29 Eylül 2009 Salı

Kopenhag

Sabahın erken saatlerinde düştüm yola biraz geç çıktım evden, tam olarak ne kadar sürdüğüne 3 gündür dikkat etmemiştim ev ile merkez istasyonu arasındaki mesafenin. Otobüse 10 kala istasyona ulaştım ama önce GOBYBUS firmasını bulmam gerekiyordu hava soğuktu, istasyonda çoğu yer kapalıydı, etraf tenhaydı. Geç kalma korkusunun verdiği adrenalin bana soğuğu o an için hissettirmemişti, otobüse binince farkına vardım soğuğun. Biletimi kestirdikten sonra alelacele otobüse yöneldim, göteborga gelirkenki gibi boş olmasını beklediğim otobüsün, bir hayli dolu olduğunu fazla yer kalmadığını görünce şaşırdım, en arkada 5li koltukta yalnız başına yatan ablanın yanına gittim oturdum biraz toparlanıp en arka köşenin birini bana bıraktı, tam yayılmışken punker bir çift geldi ortamıza oturdu, yinede rahat bir yolculuk oldu benim için. Kesik kesik uyuklamalardan sonra Malmö kentinde kendime geldim, otobüs inenleri indirip binenleri aldıktan sonra tekrar harekete geçti. Bir kaç dakika sonra isveç ile danimarkayı bağlayan o uzun ve ilginç köprüden geçmeye başladık. Öresund köprüsü. Köprü boğazın yarısında ufak bir adada yerin altına bağlanıyor.

Köprü sonunda danimarkaya artık girdik, ilk durak havaalanıydı ben son durak burası diye telaşlanıp inmeye hazırlanırken herkesteki rahatlığa güvenerek tekrar yerime oturdum. Evet son durak burası değildi. Son durak Merkez istasyona oldukça yakın bir bölgeydi. Burada inip şehrin haritasını almak ve tuvalet bulmak için merkez istasyona girdim. Arayıp tarayıp en sonunda haritayı buldum, WC işinide paralı olmasına rağmen kalabalıktan yararlanarak bedavaya hallettikten sonra, karın doyurma faslına geldi zira daha kahvaltı bile yapmamıştım ve saat 12yi geçiyordu. Yine McDonalds'a girip en ucuz hamburgerlerinden iki tane alarak kahvaltı olayınıda hallettim. Kapitalizmin neferi McDonaldslar ucuz hamburgerleri ile kurtarıcım oldu iskandinav ülkelerinde. Daha sonra istasyon içinde kenarlardaki banklardan birine oturup haritamı açtım ve gezimi planlamaya koyuldum. Akşam kalacağım yeri Couchsurfing'ten ayarlamıştım, sağolsun yardımsever bir danimarkalı arkadaş evinde 4 misafir olmasına ve hiç kalacak yer olmamasına rağmen kendi yatağını bana verip kızarkadaşında kalabileceğini söyledi. Haritada bu evin yerinide bulduktan sonra artık şehri gezebilirdim.


Uzun uzun şehrin sokaklarında yürüdüm, klasik bir iskandinav şehriydi, hayır iki günde iskandinav uzmanı olmadım ama stockholm, helsinki, göteborg, kopenhag hepsi birbirine yakın mimariler kanallar vs vs. Bu şehir nispeten daha karmaşıktı diğer şehirlere göre ve birazda pis ancak yinede istanbulla karşılaştırdığımızda çiçek gibi. Müze vs ıvır zıvır olaylarını gezdikten sonra artık buraya gelmekteki asıl amacım, en çok görmek istediğim yer olan Christiania'yı haritadan bulup doğruca oraya yöneldim. Tamda tahmin ettiğim gibiydi gayet özgür huzurlu görünüyordu özgür şehir christiania. :) Bilen bilir ne demek istediğimi. bilmeyende araştırıp öğrenebilir. Orayıda gördükten sonra şöyle ilginç bir olay yaşadım ondan bahsedeyim: Her yerde fotoğraf çeken japon abiler, her zamanki gibi heryerdeydiler, christiania'da fotoğraf çekmek yasaktır, ve girişte kocaman fotoğraf çekmek yasaktır işareti vardır, bu japon abiler ablalar girdiler ve bu işaretin foğrafını çekmeye başladılar üstüne onları uyaran abiyide fotğrafladılar. Hatta gün içerisindede kanallardan birinin köprüsü üzerinde manzarayı izlerken şöyle de bir olaya tanık oldum :) Bir kadın kameraman ve bir muhabir abi sanırım belgesel vari bir olay çekiyorlardı, yine bir japon turist gurubu geldi ve önce abiyi sonra kameraman ablayı fotoğraflamaya başladılar, tabi ikiside afalladı önce sonra çekimi durdurdular beklediler gurup gidince devam ettiler. :)


Christianiadan ayrılıp kalacağım adresi bulmak üzere yola koyuldum çok zor olmadı evi buldum, ev sahibi ile ve ev ahalisi ile tanışıp biraz muhabbet ettik ancak sanırım işi olduğundan pek kalamadı kendisi, bende günün verdiği yorgunluk ile biraz uyuklamışım. Evde süper oyuncu ve bir o kadar zeki bir tavşan ve 5 tane sürüngen ve benim dışımda 4 couchsurfer ile o geceyi geçirdim. Ertesi gün akşam üzeri Riga/Letonya'ya uçağım olduğundan erkenden çıkıp yine şehri dolaşıp christiania'ya veda edip, hava alanına geçtim. Süper temiz, konforlu, Kibar çalışanlarıyla kopenhag havaalanına hayran olduktan sonra danimarkaya tekrar geleceğim diyerek veda ettim.

Bir sonraki durağım Riga/Letonya.

http://tr.wikipedia.org/wiki/Christiania

27 Eylül 2009 Pazar

Göteborg

Arkadaşım ile buluştuktan sonra o afallamayı üzerimden yavaş yavaş atarak göteborg sokaklarını kendimde eskitmeye başladım. İlk izlenim olarak düzenli temiz kozmopolit bir şehirdi. Etraf sarışın isveçliler ağırlıkta olsada esmer abi ve ablalarda azımsanmayacak kadar fazlaydı. Etrafı şöyle bir turladıktan sonra arkadaşımın isveç gettolarından :) birinde olan evine gittik. Bölge nispeten göçmen bölgesi olduğundan kendimi pek isveçte gibi hissedemesemde etrafın temizliği ve coğrafi özellikler nerede olduğumu hatırlatıyordu. Kocaman kocaman kaya blokları ve ağaçlar heryerde. Her tarafımız yemyeşil. İstanbulda o kadar binanın arasında yabancı gibi duran ağaçların tersine burada binalar yabancı kalıyor ortama sanki. Olması gerektiği gibi. Eve çıkıp duş aldıktan sonra yatağımdan ayrı geçen bir sonraki gece oturma odasındaki siyah deri koltuk üzerinde olacaktı.

Sonraki gün arkadaşım sağolsun beni yalnız bırakmamak için okulu kırmış, bahane tabi. Bu bahanenin arkasına sığınarak şehri iyice gezdik. Bu akşam kendi bölümünde geleneksel 'beer tasting' olayı olduğundan akşama doğru kendi bölümüne geçtik, okuduğu bölüm olarak her yıl yapılan bu olayda yıl boyunca lab mutfağına alınacak bira markası seçilecekti sanırım. Toplam 7 ayrı bira sıra ile denenecek önlerinde bulunan kağıda bu biraların tadı ve bölüme uygunluğu hakkında notlar verilecekti. Oldukça ilginç ve eğlenceli bir organizasyondu. İnsanları birbirine kaynaştırmayı biliyorlar. Bu olayın ertesinde ise tüm yabancı öğrencilerin davetli olduğu üniversitenin düzenlediği partiye katıldık beraber. Sonuna yetişsekte benim açımdan gayet eğlenceli geçen bir parti oldu. Ve bir gün ve gece daha böyle geçti isveçte.

Ertesi gün kendim çıktım sokaklara, istasyona gidip şehir haritası edindikten sonra uzun bir yürüyüşe başladım. Şehrin ana arterlerini bol bol adımladım ve sağımda solumda gördüğüm bedava olan tüm müze, park vs gibi yerlere uğradım. Aralarında en eğlenceli olanı ismini hatılayamadaığım ama lunaparkın yanındaki güzel bir mimariye sahip (Dünya kültürleri müzesi olabilir) binadaki 'Bollywood' isimli sergiydi. İçeride Nintendo Wii ile dans yarışması yapabiliyor, Karaoke ile hint film müziklerini söylemeye çalışabiliyor hatta 3D teknolojisi ile kendini bir hint filminin içerisine dahil edebiliyordun, gördüğüm en kapsamlı ve eğlenceli kültür sergisi olmuş. Sergiden sonra müze ile ilgili bir ankete katılarak oradan ayrıldım. Üniversiteye çok yakın olduğumdan oraya geçmeye karar verdim orada arkadaşımla buluşabilirdim. Yolda gelen telefonda arkadaşım isveçte yaygın olan 'afterwork' geleneğinden bahsediyor ve katılalım diyordu, tamam dedim ve merkezde buluştuk. Uzun aramalardan sonra bir yere girdik, türke benzeyen iri kıyım bir badygard tarafından yaşlarımız kontrol edilip onaylandıktan sonra dışarıda tıklım tıklım kalabalığın arasında bir yere oturduk ve afterwork olayına dahil olduk. Mevzu şöyle işliyor, iş çıkış saatlerinde kafeler açık büfe yemek sağlıyorlar siz sadece bira alarak atıyorum 15:00-19:00 arası açık büfeden ücretsiz yararlanabiliyorsunuz. İsveçte saat 18:00'den sonra ağır alkol bulunmuyor, yani maksimum %5.9 bulunabiliyor üzerinin satışı yasak. Sadece devletin işlettiği alkol satış merkezlerinden alabiliyorsunuz, bu marketler çeşit bakımından oldukça zengin, efes dahi var. Bir önceki gün buradan biralarımızı aldığımızdan afterwork ertesi ucuz bira için yine buraya yöneldik ancak yaklaştığımızda içerisinin aşırı kalabalık hatta dışarıda kuyruk olduğunu görünce az alkollü bira ile yetinmeye karar vererek Seven Elevenlardan birinden biralarımızı alıp şehrin ortasındaki parklardan birinde kanal kenarında oturup muhabbetimizi yaptık. Ve bir günde böyle geçti. Bu günün akşamında ucuz bilet bakıp Kopenhaga gitmeye karar verdim. Ve Kopenhagtan helsinkiye bulduğum biletin birde riga/letonya üzerinden aktarma yapması sayesinde rigayıda görmüş oldum.

Sonraki gün, okuldaki türk arkadaşlar adalara gideceklerini söylediler bizde sonradan katılırız diyerek ada olayına girmeye karar verdik, ancak öncesinde methini çok duyduğum ikinci el marketine gidelim dedik, ikea gibi bir market reyon reyon ayrılmış ve ikinci el eşya satıyor, bu merakı olanlar için tam bir cennet, kıyafetten mobilyaya herşey var, ancak sadece haftanın bir günü belli saatler açık. Merakla gezimizi tamamlayıp, zaten huzurlu olan kentin dahada huzurlu bir kısmına adalara geçtik, ada içerisinde uzun uzun yürüdükten sonra onlarca olan adalardan birini keşfetmenin keyfi ile ve karnımızdaki taze elmanın verdiği doygunlukla geri dönüş vapuruna bindik. Elma olayı şöyle oldu etraf zaten sahipsiz elma ağaçları ile dolu bir de üstüne bir ada sakini sağolsun elmaları toplamış ve lütfen alın diye bir yazı eşliğinde yolun kenarına koymuş, e bizde kıramadık aldık tabi. Günü akşamında 'beer tasting' olayında tanıştığım isveçli bir arkadaş evinde verdiği toplaşma olayına bizide davet etti ve bu olaya katıldık, isveçli olan arkadaşlarla uzun uzun muhabbetler sonucu bir gece daha bitti. Aslında tam olarak bitmemişti, oradan çıkıp göteborgun gözde mekanlarından 'sticky fingers' diye bir gece kulübüne gittik ama ertesi gün erkenden otobüsüm olduğundan fazla takılmadık.

Ertesi gün 08:35'te kopenhaga otobüsüm vardı ve yolda olacak olmanın verdiği heyecan ve belirsizlik ile uykuya daldım.

23 Eylül 2009 Çarşamba

İsveçe Doğru Vol.2

Kamarama indiğimde amacım yatmaktı ancak siyahi abilerden bir tanesi geminin freeshopundan 2 litrelik kutu şaraplardan almış içiyordu, beni de davet edince beraber içmeye başladık ve tabi içki yalnız gitmiyordu derin mevzulardan konuşmaya daldık, uzun uzun konuştuk iyi bir adamdı, ismi GAF idi takma adı tabi. Kendisi aslen kamerunlu ancak helsinkide öğrenciymiş ve bitirme tezini yazmak üzere geziyormuş, kopenhagta arkadaşlarını ziyarete gidiyormuş. Çok çalışmak ve kazandıklarını keyfine göre harcamak üzerinde aynı fikirleri paylaşarak muhabbetimiz sürerken diğer siyahi abi geldi onun ismini hatırlamıyorum, ancak tam bir müslüman zenciydi, OZ dizisinden fırlamış gibiydi, vurgulu, elini kolunu sallaya sallaya konuşuyordu, koca koca altın sarısı takıları vardı, neyse biraz beraber içtikten sonra (ki müslüman abi içmedi şarabın haram olduğunu söyledi) hayatını yaşamak konusunda çok gaz olan GAF'ın gaz vermesi ile yukarı çıktık, söylediğine göre bu gemide gece hayatı pek renkliymiş, neyse çıktık yukarı saat 12:00 civarıydı. Gece GAF'ın söylediği gibi pekte renkli değildi klasik disko ortamı insanlar içmiş yürüyemeyenler, sızanlar, birbirlerine kur yapanlar, daha da ileri gidenler, birbirlerine sarkanlar (ki bunların başında iki kro türk geliyordu) vs vs... Gecenin en kayda değer olayı şöyle gelişti; ben bir masada yayılmış otururken kro türk abilerden biri gözüne sarhoş bir kızı kestirip yanındaki masaya gelip oturdu ve diğer kro elemana göz işareti yaptı bende bu arkadaşları izliyorum bakalım ne yapacak diye, neyse yana dönüp bakmalar, bir şeyler sormalar falan ama kız uçmuş umrunda değil, sonra arkamdan bir hışımla OZ'dan fırlamış abi geldi bana selam çakıp bu sarhoş kızın kolundan tutup piste götürmeye çalıştı kız direndi bu zorluyor, sonra kızın arkadaşları geldi içlerinden tüyü bitmemiş ama semiz bir delikanlı bizim bu OZ fırlaması abiye birşeyler dedi sonra bir baktım bizim abi gürlüyor, o kadar sesli müzikte ettiği küfürleri duyuyorum, neyse diğer eleman tırstı biraz ama olayı anlamamışa vuruyor bir yandanda, bizim abide uzatmadı gelip mevzuyu anlattı böyle böyle gece geçti.

Sabah 08:30 gibi GAF uyandırdı kapının kapanma sesiyle. 10 dk sonra geldi yukarıda manzara çok güzel isveç kıyılarına geldik dedi, toparlanıp yukarı çıktım. Oturup manzaranın tadını çıkardım, sahilde adacıklar üzerine inşa edilmiş şatoların arasından sonunda isveç'e ulaştık. Artık stockholm'deydim. Girişte pasaportuma bakarlar diye düşünüyordum açıkçası ama ne pasaport görevlisi ne de polis vardı etrafta. Avrupa Birliği sınırları içinde ilk defa olmanın acemiliğinin verdiği tedirginlikle attım ilk adımlarımı isveçte. Limandan şehir merkezine gemiden 3 küsür euroya aldığım otobüs bileti ile ulaştım.

Otobüs limandan terminale geldi direk. Burada hem tren istasyonu hemde otobüs garı aynı yerde. Hemen internet olayını aradım, kendi bilgisayarımdan giremeyince yarım saati 26 isveç kronuna (Yaklaşık 3€) istasyon içinde biryerden bağlandım, plansız bir yolculuk olduğundan couchsurfingten olumlu yada olumsuz bir yanıt gelmemiş, zira dün yazabilmiştim. Burada kalan bir arkadaşım vardı fakat neden bilmiyorum kafamda sanki o istanbula dönmüş gibi bir kanı oluştundan aramak aklıma bile gelmedi, daha doğrusu gelen düşünceyi kovaladım. Edindiğim Stockholm haritasında mevcut hostellerin yerlerini işaretleyip telefonlarını yazdım. Hava ilginç bir şekilde sıcaktı, yorgundum, çantam ağır geliyordu ve akşam kalacak yerim kesinleşmemişti. Göteborgta yaşayan arkadaşımı arayıp yarın musaitmi diye sormaya karar verdim, ancak bu isveç yöresinin ankesörlü telefonlarını kullanabilmek için profesör olmak gerek sanırım, yapamayınca backpacker bir iki gençten yardım istedim... Hayır onlarda yapamadı üstüne üstlük makine yaklaşık 3 Euromu yedi. Etrafıma baktım ve bir otobüs firması gördüm. SWEBUS Express. Göteborga ilk otobüsü sordum, sonrada en ucuz otobüsü ikiside aynı otobüstü ve yarım saat sonra kalkıyordu, biraz düşündükten sonra açıkçası stockholm'ü çok da merak etmediğimi farkettim ve biletimi aldım. Kısa bir bekleme sırasında yaptığım kahvaltıdan sonra otobüse bindim, Burada en ucuz ulaşım olmasına rağmen otobüslere pek talep yok, heralde en uzun mesafe için kullanan bendim, zirabenim dışımdaki kitle sürekli değişti. Otobüs koltuklarında numara yok istediğin yere oturuyorsun, yol üstündeki neredeyse tüm şehirlerde durarak yaklaşık 5 saatlik bir yolculuktan sonra göteborga vardım. İşte bir bilinmez daha başlamıştı arkadaşıma nasıl ulaşacaktım, otobüsten inip o neredeyim ben afallamasını atlattıktan sonra (ki bu afallamayı çok seviyoum)tren istasyonuna benzeyen binaya yöneldim, o saçma ankesörlü telefona bir iki euro daha kaptırıp ama arkadaşıma ulaşabilmekti niyetim. Ancak kapıdan girer girmez bir mucize arkadaşım karşımda o kadar afallamışım ki meraba deyip geçtim sonradan idrak edip sarıldık birbirimize. Meğer otobüste attığım facebook mesajını almış ve gelmiş.

Burada şöylebir şey yazmak istiyorum, helsinkide galerilerdden birinde şöyle bir reklam vardı, Mercedes reklamı: Beyaz bir fon üzerinde iki küçük kare fotoğraf, altında "Uçak ile yolculuk" yazıyordu. Sonra yanında yine beyaz fonda ilk ve son karesi aynı küçük kare fotoğraf olan, ancak o iki kare fotoğrafın arasında onlarca kare fotoğraf bulunan kompozisyonun altında ise "Mercedes ile yolculuk" yazıyordu. İşte buydu aradığım, ben hedefi değilde hedefe gitmeyi giderken birşeyler yaşamayı seviyorum, yolda olmayı seviyorum yani.

Bundan sonra Göteborg'ta yaşam var. :)

20 Eylül 2009 Pazar

İsveçe doğru... Vol.1

Pazartesi günü bir önceki gün ders seçmenin verdiği yorgunluk ile benim için geç başladı, sıcak yatağın tadını çıkardım zira önümüzdeki günlerde yaklaşık 10 gündür yattığım ve artık yavaş yavaş alıştığım yatağımda yatmayacaktım. Kalktığımda saat 12.00 olmuştu, kalkarkalkmaz toparlanma işlemlerine giriştim bugun gitmekti kararım, önce Stockholm sonrada Göteborg olmak üzere İşveç'e kısa bir tur planladım. Eşyalarımı toplayıp teyzemin yanına gittim, kahvaltı ve ardım faslından sonra tren saatlerine baktık, gece 23:50 treni en mantıklı görünen seçenekti. Kaba planı yaptıktan sonra kannus'ta son günüm kısaca şöyle geçti. Saat 15:00 gibi teyzem beni kumsalı ile meşhur bir sahil kasabasına götürdü, gerçekten gittiğimiz yer iskandinavyanın genel sahil profilinin dışında daha çok bir akdeniz sahili havasında bir yerdi. İncecik kum ve çam ağaçları, sadece deniz farklı daha pis ve bulanık. Tabi birde buz gibi, marmaranın bile denizine giremeyen ben bu iskandinav sularına ayağımı bile sokamam sanırım.

Biraz dolaştıktan sonra kannus'a döndük, geldiğimizde saat hala erkendi, gündüz gözü ile gezemediğim Kokkolaya gidelim dedik, gittik, yine göremedim, zira vardığımızda yine akşam olmuştu neyse artık başka bahara. Eve gelip son hazırlıklar vs vs... Saat 23.30da evdençıkıp trene bindim, en arka vagonlardan birinden bindiğimden uzun bir yoluluktan sonra koltuklu vagonlardan birine ulaştım, en ön koltuklar birbirlerine bakıyordu ve boştu oraya yayıldım, ayakkabılarımı çıkarıp ayaklarımı önündeki koltuğa uzattım ve gözlerimi kapadım, bilet kesen görevli dışında sabaha kadar deliksiz bir uyku çektim. Yatağımdan uzak 1. gece trende geçmişti. Sabah 5.30 gibi uyandım ufukta gün ışıkları belirmeye başlamış, ortalık aydınlanıyordu, ancak sabah serinliği etkisini hayli gösteriyordu, trenin kaloriferleri neden bilmem çalışmıyordu yada yetersizdi. Gittim kahve aldım, içten ısınayım dedim, teyzemin üşürsem diye verdiği polar battaniye ile kahvemi alınca yolda olmanın keyfini çıkarmaya başladım. Sağımda ve solumda tarlaların üstleri insan boyunu geçmeyen bir sis tabakası ile kaplanmıştı, 13. Savaşçı filmini hatırladım. Pazartesi sabah olduğundan trene helsinki civarlarında oturan çalışanlar biniyordu sürekli, bir anda tren kalabalıklaştı. Helsinkiye vardığımızda istasyonda bir iki fotoğraftan sonra ilk hedefim olan Vikinglines'ın limanına doğru yola koyuldum, gideceğim yeri bilmesemde bir önceki gün google earthten (büyük rahatlık :) ) şehre kabaca baktığımdan, kendimden emin bir şekilde yürümeye başladım. Yolda gördüğüm zor iş yapan genç kızlara hala şaşırıyordum, TR'de sadece erkeklerin yaptığı işleri burada kızlarda onlar gibi yapıyordu. (Çöpçülük, otobüs şoförlüğü, bira kamyonu sürme gibi) Birde nakliye arabasında kafa sallayarak giden metalci abiler var tabi. Vikinglines binasına vardığım saat 07:54'tü. Binada kimselerin olmaması binanın saat 09:00'da açıldığını farketmemi sağladı. Limana gelirken, liman meydanında gördüğüm kahvaltı yapan insanlar aklıma gelince oraya gidip kahvaltı olayını halledeyim dedim. Gittim 8€ ya hallettim, bir daha da bu şekilde halletmemeye karar verdim :) İskandinav ülkeleri muazzam fiyatları ile belimi büksede Helsinki sabahında limana karşı yediğim krep ve kahvenin zevkini almamı engelleyemedi.

Kahvaltıdan sonra gidip biletimi aldım, planda bilet 29€ görünüyordu fakat birde kamara ücreti ve hizmet ücreti ödemem gerektiği söylenince bir anda 52€ öderken buldum kendimi. Başka çare yoktu, zira kahvaltı yaptığım kafede gençlere isveçe gitmenin en ucuz yolu nedir dediğimde direk Vikinglines demişlerdi. Sonradan gemide tanıştığım GAF adlı siyahi abidende bu bilgiyi doğruladım. Bilet işi hallolmuştu akşam 17:30 gemisi ile Fin karasularından ayrılacaktım, akşama kadar çok vaktim vardı, limandan aldığım şehir harritasını açarak gezi planı çıkardım, müzeleri, alışveriş merkezlerini işaretledim.

İlk hedefim yakında olan kızıl kiliseydi, gittim gördüm bir numarasını göremedim, beyazına gitmeye karar verdim, onu da gördüm, bu daha etkileyici geldi zira içinde hayatımda gördüğüm en büyük org'u barındırıyordu, birde girişimde dev bembeyaz sütunlar ve bigbrother is watching you hesabı kabartmaları vardı. Kısaca gezdikten sonra şehir merkezinde istasyon karşısında olan müzedeki "picasso" sergisini gezmek üzere oraya yöneldim, vardığımda gördümki sergi henüz açılmaıştı, 18 Eylülde açılacaktı. Bende etrafı dolaşmaya başladım, alışveriş merkezlerini, dağcılık, kampçılık ürünleri satan yerleri gezdim, belki kampanya vardır ucuz birşey düşürürüm diye fakat nerde, iskandinavın ucuzu bile türkiyeden pahalı. Yinede ihtiyacım olan bir iki birşey aldıktan sonra, doğal tarih müzesini gezeyim dedim, yine yol üstünde bulunan alışveriş merkezlerini gezerekten müzeye vardım. İçerde çok kibar bir görevli öğrenciysem müzenin ücretsiz olduğunu söyledi, kimliğim yanımda değil dedim, öğrenciysen sorun değil dedi gülümseyerek. Eşyalarımı emanet dolabına bıraktıktan sonra fince ve isveççe anlatımları olan başlangıçtan günümüze olan sergiyi numaralandırılmamış, neyin ne olduğu anlaşılmayan bi ingilizce textten takip ederek gezdim. Daha önce hep filmlerde gördüğüm tyrannosaurus'un dev boyuttaki iskeletinin maketini görmek heyecan vericiydi. Sonra diğer katlarınıda gezdim, finlandiyada yaşayan neredeyse her canlının (böcek balık dahil) doldurulmmuş/dondurulmuş halini gördüm, çok başarılıydı. Geyiklerin gerçekte ne kadar büyük olduğunu görünce geyik kazalarının neden ölümcül olduğu konusu aydınlandı kafamda. Keyif verici gezimden sonra müzeden çıktım, sağda solda gezindim, parklara gidip oturdum, insanları gözlemledim. Daha sonra liman yakınlarında bir kafeye giderek WC, Kahve ve internet ihtiyacımı giderdim, Stockolm için mesaj attığım couchsurfing üyelerinden cevap gelmemişti. Neyse hala bir günüm var deyip toplandım ve gemiye yollandım.

Saat 17:17 de gemiye giriş yaptım. Gemi genelde kabataş sahilinde görmeye alıştığım cinsten büyük bir yolcu gemisiydi. Vikinglines'ın Gabriella adlı gemisi. Oda numaram 2107 idi. En ucuz sınıf olduğundan meğer geminin en alt katındaymış, in in bitmedi. Odamı bulduğumda ise ilk defa kullandığım kapı açma sistemini çözmeye çalışırken içerden kapı açıldı, kamara arkadaşlarım iki tane siyahi abiydi. Kapı konusunda yardımlarını aldıktan sonra kamarama yerleştim. Gerekli bir iki eşyamı alarak yukarı gemiyi keşfetmeye çıktım. Gemi limandan çıkmak üzereydi, bir iki fotoğraf çektim. Sonra geminin ana barını ve şov salonunu buldum, burası geminin en arkasında oldukça yüksek bir yerdi. Biramı alıp arkayı gören en ön koltuğa yerleştim ve işte o anda hayatımın en keyifli anlarından birini yaşamaya başladım, tadını gerçekten beğenerek içtiğim hoş kokulu Lapin Kulta fin birasını yudumlarken, fonda çalan Dido ve bir şehri gemiyle terketmek, sıkıldığımda keşke o ana geri dönebilsem diyebileceğim anlardan birini o an yaşadım. Orada uzun uzun oturdum. Artık hava yavaş yavaş aydınlığını yitirmeye başladığında uyuma amaçlı olarak kamarama indim ve güzel bir uykuya daldım. Yatağımdan ayrı ikinci gecem gemide geçecekti.

13 Eylül 2009 Pazar

Bandista! Bandista! Nedir!


Sağdan soldan çok duydum son zamanlarda bu gurubu, ancak o kadar yoğundum ki nedir ne değildir bir türlü bakamamıştım neyse hazır kannusun sakinliği içindeyken bakalım dedim neymiş.

Sitelerinde şöyle başlayıp devam ediyorlar:

Darbeler, müdaheleler, politik ve kültürel işgaller ‘sorgulanamaz’ iktidarlarlarını ezicilikleri, şiddetleri ve yarattıkları acılar ve galibiyetleri ne düzeyde olursa olsun, tam da toplum ve mağluplar nezdinde meşru, haklı, kaçınılmaz ve yahut hegomonik kabul edildikleri anda tesis ederler.

devam için buyrun siteleri:

http://tayfabandista.org/

Ekşide ne demişler:

Bandista

Çıkardıkları albümlerini sitelerinden ücretsiz olarak indirip dinleyebilirsiniz.



Bu önceki albüm:

de te fabula narratur

Bu da son albüm:

paşanın başucu şarkıları

9 Eylül 2009 Çarşamba

Eskilerden Geliyor: Terrmodinamiğe Çalışmadım


Geçen dönem bir termo sınavı sonrası yazmışım bu yazıyı:

Geceden başladım güne porco rosso'yu izlerken uyuya kalmışım sabah saatin biiip biiip biiip sesiyle uyandım önce snooze tuşuna bastım erteledim alarmı, herzamanki gibi yastığa yüzümü koymuştum kuştüyü olan sağda silikon olan solda çift yastıkla yatıyorum, birine kafamı koyup diğerine sarılıyorum, derken ikinci biip biip biiip alarm tekrar snooza bastım, saat 8.20ye kurmuştum erken kalkıp bir haftadır çalışmadığım o termodinamik ikinci vizesine çalışacaktım, derken 3. kez biip biip biip ve yine snooze, bu saate nerdeyse 2 yıldır sahibim ama hala kaç dakikada bir snooze yaptığına dikkat etmedim, 9 veya 10 galiba 8de olabilir, sonnynin vintage radyolu çalar saatlerinden, bundan sonra artık programlı olucam erkenden kalkıcam gazını kendime vermelerimden birinde o gaz ile almıştım bu saati 27 milyona 5 taksitle kozyatağı karfur sonyden. derken 4. kez biip biip biip, yine snooze tabi, sonra yine biip biip beklerken telefonun alarmı ile irkildim, onuda erteleme amaçlı elime aldım ancak yes'e mi yoksa no'ya mı basacaktım hatırlayamadım erteleme için no'ya bastım meğer kompile kapatan tuş imiş. neyse son kez çalar saatimin alarmı ile uyandım, artık kalkmalıyım diye düşündüm saat 9.22 olmuştu artık ve 14de vizeye girecektim. önce perdemi açtım koyu kahve renkli olduklarından içeri ışık az giriyordu açmamla içerisi aydınlandı yatağımda yatan kedim miymiylenerek uyandı gerindi yataktan atladı ve mama isteme amaçlı olduğunu tahmin ettiğim miyiklemelerrine devam etti baktım ne mama var ne su hemen verdim tabi. mamasını yerken çıkardığı kıtır kıtır sesleri eşliğinde odama baktım çok dağınıktı, iki gün önce kedimin döktüğü, daha önceden kavanoza koyduğum kornfleksler hala yerde idi, üzerine basıyordum, geçen gün ben yokken devirdiği mama kavanozundan elimle alamadığım mama parçaları da yerdeydi, eve yorgun geldiğimde çıkarıp attığım pantolonum donlarım çoraplarım tişörtlerimde yerdeydi, kabaca toplasammı diye düşünürken bilgisayarın başına oturdum hala porco rosso açıktı zira dün onu izlerken uyuya kalmıştım kaldığım yerden devam etsemmi diye düşünürken maillerime, facebooka lastfme ve deviantarta daldım, ubu için bir iki albüm indireyim dedim, ubuda sık sık çaldığım jazzflora albümünün başka versiyonları varmı diye aratmak geldi aklıma, hemen yaptım google a jazzflora +rapidshare yazdım çıktı iki album daha varmış, sonra lastfme girdim arattım benzerlerini bulayım dedim baktım bir iki birşey buldum, tüm bunları yapmak yerine termo çalışıyor olmam lazımdı, sonra turkboard a girip oradan jazz, nujazz vs turlerde çeşitli albumler indirmeye koyuldum, neyse hepsini flashgette listeye attım bir yandan da kahvaltı yapayım dedim, annemin mersine dönmeden önce yaptığı buzluğa koyduğu katmerleri yeme amaçlı mutfağa gittim üzerimde hasta olmaktan korktuğum için iki gün öncesine kadar hala giydiğim içliğim ve tişörtüm vardı, içliğim belimden düşmüş donum gözüküyordu mutfağa girer girmez perdeyi çekme amaçlı hızla pencereye giderken terlik giymediğimi fayansların soğunu hissedince anladım, gittim terlik giydim, annem için aldığım kızarkadaşımın genellikle giydiği ki bu genellikle genelde benim zorlamamla oluyor, kırmızı bayan terliğini giydim ayaklarıma çok ufak geldi tabi ama neden bilmiyorum büyük olanları giymedim onları giydim, sonra ocağı yaktım, bir yandan da yeni yeni içmeye başladığım filtre kahve için ocağa su koydum, bu arada filtreli bardağa ne kadar koyulacağını bilmediğim için kafama göre kahve koydum (2 tatlı kaşığı) bu arada tava iyice kızdı buzluktan çıkardığım katmerleri kızgın tavada bir güzel kızarttım ve geçen gün keşfettiğim tarzda onları sıkma haline getirdim. içine peynir ve domates salçası koyuyordum. tavsiye! Kahvemi zeytinlerimi ve katmerlerini tek seferde elime aldım ve odama geçtim, önce my name is earl izlemeyi düşündüm sonra baktım altyazısı hala çıkmamış son bölümün, 25. bölüm. ne izlesem diye düşünürken porco rosso tamamen aklımdan çıkmıştı, filmler klasörüne baktığımda anime klasörü dikkatimi çekti ve porco rossoyu hatırladım, kahvaltımı yaparken, porco rosso izlerken hala termo çalışmadığımı farkettim, planım kahvaltımı bitirip bir duş alıp çalışmaya oturmaktı, saat 11 olmuştu bu arada, tüm bunlar için iki buçuk saatim vardı uzun bir süre, kahvaltım çabuk bitti porco rosso bitmedi, saat 11.50 gibi bitti fena değildi film, sonra facebook, sosyomat, lastfm, ntvmsnbc sitelerini sırasıyla ziyaret ettim, ve tam kalkıp duş alacakken ki yemekten sonra hemen duşa girmeme sebebim ev arkadaşımın duş alıyor olması idi, elektrik kesildi zira ben şimdiye kadar olan herşeyi yaşarken fonda dışarda çalışan delicinin sesi yankılanıyordu, dışarda konuşan mahalleli komşu teyzelerimden kulak misafiri olduğum kadarı ile elektrik kablolarını yeraltına taşıyorlardı. Mantıklı yapılması gereken birşeydi ancak şimdi değil zira bende termo notu yoktu ve ben internetten indiririm diye düşünüyordum, ama artık ne bilgisayar ne internet vardı, neyse panik yapmadım, tersine çok rahattım, duşumu alır okula gider giderkende notumu alırım diye düşündüm, duş almaya giderken elektrik olmadığından mum ve annemden mi yoksa kız arkadaşımdan mı bilmiyorum kalan çakmağı ve birde kibrit aldım yanıma (sigara kullanmadığımdan bende bulunmaz çakmak pek) havlumu sırtıma atıp banyoya girdim, soyundum tam küvete girecekken kombininde elektrikle çalıştığını anımsadım, olsun bi bakayım amaçlı suyu açıp baktım evet elektrik yok iken kombi ısıtmıyormuş sanırım ilk ateşlemeyi elektrikten yapıyor meret.. neyse geri giyinip odama geçtim kolonyalı mendille biraz silindikten sonra temiz çamaşır giyip evden çıktım, evden çıktığımda biraz rahatsızdım tedirgindim, kirli olmaktan mı bilmiyorum. Neyse mp3 çalarımı açtım kulaklığımı taktım, the orb'dan nitrogen pt.1 adlı parçayı dinlemeye başladım ancak bi türlü şarkının içine giremedim inatla denedim defalarca aynı parçayı açtım o kadar ki evden motor iskelesine gelene kadar hala aynı parçayı dinliyordum. Motora binmeden akbil yükledim. Pencere kenarı olsun istedim oturacağım yer, gittim pencere kenarına oturdum, hoş bir bayan vardı arkamda, neyse müziği dinlerken ubu için aldığım gerilla pazarlama kitabını inceledim, en baştan başladım okumaya yazarın teşekkür ettiği kişileri okudum neden hep karısına çocuğuna teşekkür eder bu adamlar diye düşündüm, sonra önsöz sunuş vs, hepsini okudum bir yandanda acaba ne diye okuyorum bunları diye içimden geçirdim, önsöz bittiğinde hala termo çalışmamıştım, ve motor beşiktaşa ulaştı, iskele çıkışında tadelle dağıtıyordu gerillalar, iki adet aldım beyaz sütlü çikolata çıkarmışlar. Karşıdan karşıya geçerken taksinin önüne atlayıp geçtim tırstım ama tırmamış gibi yaptım hızlıca ışıklardan geçtim ve star fotokopiye uğradım, termo notlarının son kısmını aldım, molier diyagramı varmı dedim bizde olmaz dedi 50 mt ilerde bilmemne yerde var ordan al dedi, tamam dedim 2.4 tl verip çıktım, baktım 50mt ilerde biryer göremedim okulda vardır heralde dedim otobüse bindim, özel halk otobüsü idi her otobüse biniğimde kaybettiğim ve ietttnin o kalabalığını çekmemek için tekrar çıkartmadığım öğrenci akbilim aklıma gelir, yine geldi aklıma, neyse aktarma yaptı 4.05 tl kalmış akbilimde. en arka koltuğun ortasına oturdum otobüste zira iki durak sonra inecektim, kolaylık olur dedim, öylede oldu. Otobüsten indim saat 13.39 olmuştu hala termo çalışmamıştım, 20 dk vardı, okula girdim, kantine geçip bir su aldım sonra fotokopiciye gittim sordum molier diyagramı var mı? Bizde olmaz kırtasiyeye sor dedi, gittim varmış, bir tane aldım 3 tl için 50tl bozdurdum. ve sınıfa çıktım sınıf çoktan dolmuştu, dışarda bekledim hocayı, başka bi sınıfa yolladı oraya geçin dedi, geçtim , 6. sıraya oturdum, sonra gelmeyen çok kişi olunca sınıfları birleştirdi hoca, bu seferde tıklım tıklım oldu sınıf neyse bir şekilde başladık hala çalılşmamıştım, neyseki defter açık sınavdı, ikinci soruya kanım ısındı ondan başladım iyi de gidiyordu çünkü çok benzeri defterde olan bir soruydu, sonra hızla soruyu çözerken bir anda sorunun otto, defterdekinin diesel çevrimi olduğunu farketmemle yıkıldım, yılmadım ilk soruya baktım uzun uzun notlarımı araştırdım benzerini buldum sanki ama ı ıh olmuyor bu da olmadı sonra arkadan bir ses geldi:
- hocam kaç dakika var?
-10dk. toparlanın.

toparladım ve çıktım, kantinde ekmek arası kroket ve ayranın ardından ubuya geçtim, 129T ile.

Dipnot: Termodinamiği C ile geçtim.

Kannusta Yaşam Vol.2

Geleli henüz 1 hafta olmadı ancak sıkıldım açıkçası, bu saatlere kadar (15.00) iş ile meşgul oluyorum ancak bu saatten sonra yapıcak birşey pek yok, burada öğle molası diye bir şey yok insanlar nöbetleşe yemeğe çıkıyorlar, saat 10.30da yemek yemeye gelmeye başlıyor, yani ne fabrikalar ne de bankalar, öğlen molası adı altıda üretimi veya hizmetlerini durduruyorlar. Saat 14.00 gibi sanırım okullar dağılıyor zira etraf bu saaatlerde bisiklet veya motorsikletli gençlerle doluyor, doluyor derken tabiki istanbuldaki kalabalığı düşünmemek lazım, en azından etrafta insan görebiliyorsunuz. İnsanların dışarda yürümek gibi bir kültürleri yokmuş burada, nereye giderlerse gitsinler araba kullanıyorlar, biz dahil. (Ev ile şuan bulunduğum yer arası yürüyerek 5 dk tutmuyor ancak araba kullanıyoruz) Tahminim kış mevsiminde hava çok soğuk olduğundan (-30, -40 gibi derecelere düşebiliyormuş) böyle bir durum gelişmiş. Araba demişken herkesin bir arabası var burada, toplu taşıma diye birşey neredeyse yok, aslında yol kenarında otobüs duraklarını görmesem yok diyeceğim fakat ara ara duraklar gözüme çarpıyor. Hava sıcaklıkları bu derecelere düştüğünden arabalar için şöyle bir sistem geliştirmişler, park yerlerinde elektrik prizleri ve onlara dahil zamanlayıcıları var insanlar gece arabalar donduğundan sabah onunla uğraşmamak için evden çıkmadan 2 saat önceye bu zamanlayıcıları kuruyorlarmış ve motor ısıtıcılarını bağlıyorlarmış, böylece sabah uğraşmak zorunda kalmıyorlarmış, soğuk havanın getirdiği zorluklara karşı üretilen icatlardan biri, bana çok yabancı ve ilginç geldi. Birde duyduğum kadarı ile kış mevsimi biraz sisli geçtiğinden araçlar adaptasyon olarak sis farları geliştirmişler, :) ufacık araçlarda bile 4-5 tane koca koca sis farları var.

Burada gençlerin çoğu sporla uğraşıyormuş, bunlar kulaktan duyulan bilgiler, hangi sporlarla daha çok uğraştıklarını ise buranın muhafazakar (içki sigara yok) ama en büyük süpermarketlerinden Halpa Halli'deki spor reyonunun içindeki malzemelerin çeşitlerine bakarak yorumlarsam, en çok motorsiklet sporu ve buz hokeyi yaygın, bunun yanında kış ülkesi olmasından kaynaklı kayak sporuda pek gözde sporlar arasında, burada göremediğim ürünlerden biri futbol topu ve basketbol topu, evet dünyanın dahil olduğumuz kısmının aksine bu sporlar burada neredeyse hiç yok. Tabi yinede bu bilgiler halpa halli kaynaklı benim için, %100 güvenilir değil. :)

Gelir düzeyi yüksek bir ülke burası ancak araç model ortalamasına bakınca türkiye kadar değil açıkçası, burada gözlemlediğim bir başka mevzu, insanlar doyuma ulaşmış veya hırs duyularını köreltmişler. Yani herzaman daha iyisini iste kültüürü henüz bu kasabaya pek uğramamış, yıllar önce amerikan kola marksının "Ask For More" sloganını düşününce pek kimse fazlasını istemiyor galiba, zira araç fiyatları çok yüksek değil ve maaşlar yeni bir araca yetebilecek seviyede gördüğüm kadarı ile. Yani bazen sıradan bir fabrika işçisinde yeni model bir mercedes görebilmek mümkün.

Araç mevsuzundaki olay kıyafetlerde de geçerli, tekstil modası konusunda çok çok geriler , moda mevzusunu ülkelerine fazla almamışlar, (pekte iyi yapmışlar) orta yaşın üzerinde pek az insan güzel giyiniyor desem finli arkadaşları küstürmem heralde. Gençler sanırım TVde yayınlanan amerikan dizi kültüründen etkilenerek RAPçi olmaya başlamışlar bu da giyim kuşama etkimiş. Zaten yeni arkadaşım Kimi'nin söylediğine göre burada genelde 3 tür müzik yaygınmış biri RAP, biri METAL, diğeri ise Geleneksel FIN müziği.

Bir diğer olay sosyal devlet anlayışı. Devlet burada insanları çok önemsiyor, sağlık, eğitim vs gibi temel hizmetlerden para alınmıyor, ekstra durumlardan ise pek cüzzi bir ücret alınıyor, örneğin kannnusta acil bir durum olduğunda başka bir şehire ambulansla nakliye için alınan ücret gidiş geliş 11 € gibi bir rakam imiş. Su ve elektrik için ayda 12 € gibi bir rakam veriliyormuş evlerde. Birde geçen televizyonda gördüm arıtma sektöründe finliler dünyanın en iyilerindenmiş, atık sular denize giderken neredeyse içilecek kadar temizleniyormuş.

Fin insanları trafik kurallarını çok önemsiyor, bilemiyorum belkide alınan ağır tedbirler önemsettiriyordur, trafik hız limitleri çok kesin belirlenmiş, çok nadir bu hızların üzerine çıkabiliyorsunuz, limitler türkiye ile hemen hemen aynı. Hız limitlerini genelde geniş lastikli BMW ve benzeri araç kullanan gençler aşıyor, ancak onlar bile bazı noktalarda yavaşlamak zorunda kalıyor zira yüksek çözünürlüklü radar kameraları anında resminizi çekiveriyormuş, cezaya itiraz ederseniz çekilen fotolar adresinize yollanıyormuş. Kullandığın aracın hız denemesini sadece araç sollarken yapabilmek biraz üzücü olsada güvenlik açısından oldukça iyi. Asfalt kalitesi öyle süper felan değil yollar gidiş geliş tek şerit, TR yolları ile kıyaslarsak, TR çok daha iyi kalıyor, ancak buradaki hava şartları TR'de olsa sanırım bu kadar bile olmazdı. Burada en çok trafik kazası "geyiğe" çarpma şeklinde oluyormuş, sabah gün ağırırken ve batarken yolda önünüze geyik çıkması muhtemel imiş, geyiklerin geçiş bölgelerinde uyarı levhaları sık sık bulunuyor zaten. Ha birde burada yayalar araçlardan öncelikli trrafikte, yani bir yaya sizi beklemiyor siz onun geçmesini bekliyorsunuz, geldiğim ilk gün bunu test ettim onayladım, yaya geçidinde yaklaşık 10 adet aracın geçmesini beklerken hatta bunlar neden bekliyor acaba diye düşünürken, bir anda sürücü hanımefendi ile göz göze geldim ve benim geçmem gerektiğini söylercesine bana baktı, meğer o kadar araç beni bekliyormuş, istanbulun korkusunu henüz atamasamda yavaş yavaş alışıyorum, ancak döndüğümde benim açımdan biraz tehlikeli olabilir. :)

Devamı bir sonraki yazıya artık.

6 Eylül 2009 Pazar

Kannusta Yaşam Vol.1

Kannus orta finlandiyada yeralan ufak bir şehir o kadar ufak ki google earth bile ayrıntılı resimlerini içermiyor. O kadar ufakki 10 dkde araba ile şehrin neredeyse tüm sokak ve caddelerinden geçebiliyorsunuz, nüfüsü sadece 5000. Türkiyede olsa sanırım köyden kasabaya geçmeye çalışan bir belediye olurdu. Ancak yaşam standartlarına baktığınızda inanılmaz yüksek, türkiyenin köy ve kasabalarını geçtim şehirlerini bile solda sıfır bırakacak zenginlikte bir şehir. Üç katlı bina görmek neredeyse imkansız, bahçesi olmayan önünde bir ağacı olmayan ev yok. Her taraf yemyeşil ve temiz. Geldiğimden beri sadece bir tane polise rastladım, bu da sanırım suç oranı hakkında fikir sahibi olmamıza yeter.

Kannusta insanlar gündüzleri çalışıp akşamları 3 adet olan barlardan birine takılıyorlar, bunlardan biri çoook eski olduğundan oraya sadece eski müdavimleri gidiyormuş, henüz gitmedim, gençler daha çok diğer iki bara takılıyorlar. Birine gidip içiyorlar daha sonra diğerine geçiyorlar. Sadece gençler değil gerçi, genç yaşlı herkes zil zurna sarhoş :) Gelişim hafta sonuna denk geldiğinden böyle sanırım insanlar sabahtan bara gidip akşama kadar bira bira bira ve sonunda yürüyemeyecek duruma geliyorlar. Burada muhabbet ettiğim bir rus-fin karışımı ablanın (aslında kendisi benden küçük ancak hem benden iri hemde iki çocuk sahibi olduğundan abla diyorum) dediğine göre finliler akşama kadar içip daha sonra barda kavga ederlermiş, bu bilgiyi yeni arkadaşım teppo teyyit ederek bir de şöyle bir ekleme yaptı, finliler kavga etmek için sarhoş olurlar zira ayıkken ederler ise polis ile başları derde girer dedi. Ve ekledi ben onlardan değilim :)

Aynı Rus-Fin abla kucağınd 4 aylık kızını beslerken muhabbete şöyle devam etti. Burada aile kavramı yoktur, bir genç 17-18 yaşınnda ailesi ile ayrılır ve aylarca arayıp sormaz, finlilerin bu huyunu pek sevmediğini ekleyerek kendisinin babası sayesinde rus kültürü ile büyüdüğünden bahsetti. Burada şöyle bir çıkarım yapmak mümkünmüdür bilemiyorum ancak sanırım aile kültürü doğu halklarında daha yaygın. Muhabbetimizi yaparken bu konuyu sosyolojik açıdan araştırmaya ve nedenlerrini öğrenmeye karar verdim fakat bu isteğim şu an gördüğüm kadarı ile pek devam etmemiş. Tembellik!

Arkadaşım Teppo'ya burada hayat nasıl geçiyor diye sorduğumda net bir cevap veremedi fakat bazen sıkıldığından bahsetti. Bende ona istanbulun ne kadar renkli olduğundan bahsettim, görmek istediğini söyledi fakat bundan bahsederken aslında benimde istanbulda bazen yapacak birşey bulamadığım ve çok sıkıldığım aklıma geldi.

Ayrıca gün içinde gördüğüm bir diğer ilginçlik bara giremeyen 18 yaş altı geçlerin banklarda toplanıp takıldıklarını akşamları ise traktörlerle gezdikleriydi. Evet Traktör, çünkü burada traktör ehliyeti alabilmek için 16 yaşında olmak yeterliymiş ve araba ehliyeti alamayan bu gençler traktörlerine taktıkları müzik sistemleri ve bangır bangır çaldıkları rap müzik ile amerikalı siyahi repçi abileri aratmıyorlar, zira o da 4X4 bu da. Ha bir de motorsiklet olayı var tabi, onu kullanmak için ise 15 yaşını geçmek yeterliymiş, dolayısı ile her ergenin bir motoru var ve sürekli şov yapıyorlar. Ön arka ne varsa kaldırıyorlar, gündüz motor süren bu gençler akşam da traktörlerle yarışıyorlar. Arkadaşımdan aslında amaçlarının kızları etkilemek olduğunu öğreniyorum. İlahi amaç uğrunaymış meğer bunlar. Ve evet finlilerin motorsporlarında bu denli iyi olmalarının arkasında kızları etkileme uğraşı varmış. Gerçi benim burada gördüğüm en renkli olay şimdilik bu. Bende olsam aynısını yapardım, bu arkadaşlardan biri ile tanışırsam bir gün bende binmeyi isterim şu traktörlere, türkiyedeki masseylere benzemiyor çünkü bunlar, kocaman tekerlekli lüks traktörler bunlar.

Şu an aklıma gelenler ve gözlemlediklerim bunlar, zaman ilerledikçe gözlemlerimi aktarmaya devam edeceğim.

4 Eylül 2009 Cuma

Kannus Treni

Bu mesajı Helsinki Kannus arası trenden yazıyorum. Sıkıcı bir uçuştan sonra ki sıkıcılığı artık yolculuklardan yorulmamdan kaynaklı, helsinkiye ulaştım.

Saat 05:43te telefonumdan önce kalkarak 15 dklik WC serüvenime başladım, daha sonra hızlı bir hazırlanmadan sonra vapurla Eminönü, oradanda tramway hatlarını takiben hava alanına ulaşmıştım. Tam vaktinde gelmişim zira ne check-in, ne de pasaport kontrolünde gecikme yaşamadım ne de herhangi bir yerde beklemekten sıkıldım. Sözün özü gideceğim uçağa bindim, uçaktaki iğrenç yemek menüsünden sonra ufak ufak salyalı bir uykudan sonra beklenenden erken bir saatte Helsinkiye ulaştım.

615 nolu otobüs ile şehir merkezine geldim, tren istasyonu bu otobüsün son durağı oluyor. Tren istasyonundan biletimi Kokkolu diye aldım, hava alanından 17.50 € ya aldığım telefon kartı vasıtası ile teyzeme durumumu bildirdim. Ufak bir kontrolden sonra trenin gideceğim kasabayada devam ettiğinin öğrenince biletimi değiştirme kararı aldık. Neyse eşyalarmı emanet dolabına bıraktığımdan önce etafı dolaşıp daha sonra değiştiririm dedim, sağa sola bakınırken şehir merkezinin eski taş binalardan oluştuğu dikkatimi çekti, o kadar da beğenmedim açıkçası, ama başka bir şehirde olmak dilini bilmediğin insanların arasında dolaşmak her şekilde ilginç bir deneyim. Nerede yemek yenir ne yenir bilmediğimden kapitalist kuvvetlerin neferi olan McDonalds'ın gördüğüm ilk şubesine girdim ve BigMac menu söyledim, yemeğimi yedikten sonra trenimin kalkmasına halen bir buçuk saate yakın süre vardı, bu süreyi tarihi bölgeleri gezerek değerlendiremeyeceğimi bildğimden gördüğüm ilk büyük alış veriş merkezine attım kendimi niyetim bir yandan fin piyayasasını görmek, bir yandan da insanları gözlemekti. İlk olarak tren istasyonunda farkettiğim, helsinkide ne kadar çok göçmen olduğuydu, zira etrafta çokça siyahi veya esmer abiler ablalar bulunuyordu. Sarışın nüfusunun bu denli yoğun olduğunu sandığım yerde oldukça ilginç geldi bana. Alış veriş mekanlarında bir diğer fark ettiğim gerçek ise fin diyarının ne kadar pahalı olduğu idi. Ulaşım dahil. Hava alanından merkeze normal bir belediye otobüsü 4€ tuttu. Bir diğer yandan 5 saatlik tren yolculuğu 61.50 € tuttu, yo hızlı veya lüks tren değil öyle komfor olarak cumhuriyet ekspresinden farksız, sadece biraz daha hızlı.

Neyse alışveriş merkezlerini gezerken bir israilli satıcı arkadaş (ki nerelisin diye soru ve türkiyeliyim deyince “Heeey! Heim Revivo” diye bağırması ile öğrendim bunu) mağazanın önünden geçerken bana tırnak cilası satmaya kalktı, al kız arkadaşına verirsin mantığı ile kanıma girmek üzereydi fekat fiyat söyleyince hemen kendime geldim, 25 €! Ancak ürün gerçekten işe yarıyor zira sağ elimin baş parmağı halen ışıl ışıl parlıyor. Bir de trenim 16:06'da olduğundan saatimi 15:30'a kurmuştum alarm çalınca tren istasyonuna doğru yola koyuldum yolda istanbuldaki gibi unicef ve green peace adına bağış toplayan gençlerin yanında birde ilk olarak tren istasyonunda sonra mc donalds tuvaletinde sonra her köşede rastladığım ilk gördüğümde güvenlik görevlisi sandığım asker kıyafetli gençler bağış topluyordu. Sanırım askeriye için, ancak çok anlamsız geldi. Neyse gidince sorar öğrenirim. Tam karşıdan karşıya geçeceken bir anketör kızın üzerime geldiğini farkettim, ufak bir salto ile kaçmaya çalışırken önümü kesiverdi istanbulda daha atiktim bu konuda. :) Neyse Fince bilmiyorum diyerekten uzaklaşırken güleç bir yüzle iyi günler demesi kaldı aklımda.

İstasyona dönüp valizlerimi aldım. Tren biletimi değiştirip iki fin arkadaşın yardımı ile trenimi bulup yerime yerleştim, yanımdaki arkadaştan yerimin doğru olduğunu teyit ettikten sonra biraz etrafı seyretttim, müzik dinledim ve bu yazıya başladım, saat 17:02.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...