27 Eylül 2010 Pazartesi

Lyon ve Ayrılış

Tepeden Lyon

Gece yarısı olmadan eve varmıştık, Robin (sonradan öğrendiğimiz üzere sağlam içiciydi) marketler kapanmadan hemen bira alalım deyince eşyaları bırakıp markete koştuk. (Kelimenin tam anlamıyla koştuk ama, Robin aşırı hızlı yürüyen ve iriyarı biri olduğundan onu yakalamak için koşmak gerekiyordu.) İşte 1664 birası ile halk arasındaki adıyla "sez" ile tanışmamız orada oldu. Robinin favori birası olunca bize de önerdi, fiyat/performans olarakta cazip gelince ikna olduk, iyiki de olmuşuz. O gece saat yattığımızda saat 3ü geçiyordu, 1664 birası ve High Tone eşliğinde uzun uzun muhabbet ettik Robin'le. Bir önceki yazıda yazdığım gibi, Fransa'da, benden tamamen farklı bir kültürde büyümüş birisi ile (Anne baba anarşist :) hayat hakkında aynı düşünceleri paylaşmak, yakın müzik zevklerine sahip olmak ve bu kişi ile tesadüfen tanışmak oldukça şaşırtıcı ve sürpriz oldu.

Ertesi gün beraber kahvaltı ve şehir turu planı yaptıktan sonra yattık.

Sabah, mütevazi bir kahvaltı ve espressodan sonra yine koşar adımlarla evi terk ettik. Bu arada dikkatimi çeken birşey, Robin'de yol boyu tanıştığım neredeyse her ev sahibim gibi geri dönüşüm yapıyordu, evden çıkarken dün gece içtiğimiz kayda değer miktarda biraların şişelerini de yanımıza alıp sokak başlarında bulunan cam şişe geri dönüşüm çöplerinden birine attık.

Lyon, klasik avrupa kentiydi benim için. Ortada bir nehir, nehir kenarında kurulu eski şehir ve genişleyen, genellikle göçmenlerin yaşadığı yeni mahalleler. Şansımıza Robin şehrin merkezinde kalıyordu, bu sayede hem toplu taşıma ücretinden yırtmış olduk, hem de istediğimiz an çıkıp merkezde dolaşabilme lüksüne sahiptik. Evden çıkınca ilk dikkatimi çeken yine türk lokantalarıydı. Her avrupa kentinde olduğu gibi burada da heryerdeydiler. Şehrin en işlek caddelerinden birinde yan yana üç adet kebapçı gördüm desem nedemek istediğimi anlarsınız herhalde. Onun dışında yine görece büyük sayılabilecek bir katedral (doumo), burada ilk defa gördüğüm ama daha sonra Fransa'daki diğer şehirlerde de sıklıkla gördüğüm nehir üzerinde bulunan eski gemilerden bozma gece kulüpleri, ve şehre hakim bir tepeye çıkıp şehri yukarıdan izlememiz aklımda kalan görüntülerdi. Ha birde ufukta görünen nükleer santral ve rüzgar tribünleri. Bu ikiliyi fransa boyunca sıklıkla görecektim. Enerji genel olarak nükleer üzerinden sağlanıyormuş burada.

Nehir üzerinde demirli, gemiden bozma gece kulüpleri

Katedral içerisinde alengirli bir saat vardı, ve şansımıza çalmak üzereydi, kalabalık toplanmış saatin çalmasını bekliyordu, ancak 10dk kadar beklememiz gerekiyordu. Ben de bu vakti yan taraftaki turist grubunun rehberini dinleyerek değerlendirdim. Katedralden bahsediyordu, burasının roma imparatorluğu zamanında yapılmaya başlandığından ancak tamamlanması imparatorluğun çöküşünden sonraya denk geldiğinden mimari olarak önemli bir yapıymış. İki döneminde izlerini taşıyormuş vs vs. Çok ilgimi çekmeyen şeyler. Şimdilik. Belki 30 yıl sonra buralara tarihi binaları gezmek için tekrar gelirim fakat şimdilik yeni dostlar tanıyıp, kültürlerini öğrenmek, yaşamlarını gözlemlemek daha ilgi çekici geliyor. Bu yüzdendir belki milletin ısrarla bekleyip izlediği o alengirli saatin nasıl birşey olduğununun aklımda neredeyse hiç yer etmemesi.

Not defterime not aldığım küçük notlardan biri de ramazan ayında olmamız sebebi ile bir çok küçük marketin kapalı olmasıydı, çünkü birçoğu müslümanlara aitti. Daha sonra gece şehir turuna çıktığımızda gördüğümüz üzere buralar iftardan sahura kadar açık kalıyormuş.

Kültür turundan sonra birkaç bira alıp nehir kenarında bulunan kaykay pistlerinden birini gören merdivenlere oturduk, bir yandan sohbet ediyor bir yandan da kaykaycıların yaptıkları şovları izliyorduk. Arada Robin'in de ilk defa gördüğü bir kaykay modeline de tanıklık ettik. Arkadaşın ayağındaki kaykaylar yarımdı, sadece tek tekeri vardı. Ancak hakimiyeti mükemmeldi. Resimde kaykayı görebilirsiniz.

İlginç Kaykay

Bu arada Fransız ve Türk kültürleri üzerine hararetli bir konuşma içerisinde iken polis geldi ve burada bira içemeyeceğimizi söyledi. Robin dahil şaşırmıştık, neden diye sorunca diğer yerlerde içebilirsiniz ama burası yasak cevabını aldı, burada zamanında içip içip olay çıkaranlar, olmuş ondan dolayı yasaklamışlar meğer, bizde biralarımız elimizde içe içe eve doğru yola koyulduk. Bu konuda da şöyle bir duygu vardı o anda, türkiye de sokakta bira içene kötü gözle, serseri gözüyle bakmak diye bir mevzu olduğundan, yürüken karşıdan biri geldiğinde biramı istemsizce saklıyor geçene kadar içmiyordum, ancak daha sonra kimsenin umurunda olmadığını farkedince (ki bu farkındalık geçen seneki seyahatimde zaten vardı ama unutmuşum işte :) ) bir rahatlama geldi. ("Üsküdar mı lan burası!" türevleri "Kadıköy mü lan burası!", Seyahat boyunca Burak ile dilimize pelesenk olan dialoglardan biri)

Oturduğumuz mekan, resimde Robin ile ben de görülebiliyoruz. :)

Ertesi gün Robin arkadaşları ile kaykay kaymaya gidecekti, bizde Burak ile şehir turuna çıktık. Bu sefer alış-veriş merkezine gidip halkı gözlemleyelim dedik. (Kız keselim demiyor da :) ) Yok cidden gözlemlemek, aynı zamanda da kamp malzemesi, elektronik eşya gibi zımbırtılarıların fiyatlarına bakalımdı amaç. Fiyatlar TR ile neredeyse aynı olunca hiç birşey almaya yeltenmedik. Zaten klasik bir alışveriş merkeziydi. Cevahirden farkı yoktu. Tek güzel farkı sadece manga üzerine kurulu olan çizgiroman dükkanıydı. Ağzımın suyu aktı, manganın her türlüsü vardı, işte orada ilk defa keşke fransızca bilsem dedim. Yüzlerce manga kitap önümüzde ama biz resimlerine bakmaktan öteye gidemiyorduk. Sadece çizgiroman kültürü için bile fransızca öğrenirim. (Dedim o an, şimdi düşününce anlık gazmış.)

Günü bol bol yürüyerek tamamlayıp. Eve döndük. Çamaşır yıkama, duş ve tembellik hakkımızı kullandığımız ertesi günden sonra, rota çizip devam etmeye karar verdik. Burak ile ayrılacaktık. O, Parise arkadaşlarının yanına ben de Barcelona'ya gidecektim. Ben otostopta kararlıydım. Burak da (?)

Ertesi gün erken kalkıp kahvaltımızı yaptık. Burak erkenden ayrıldı, ben kararsızdım bir gün daha kalsam mı yoksa yola çıksam mı bilemiyordum. Zira benim yolum bir hayli uzundu. Yolu kafamda ikiye böldüm. Öncelikli hedefim Avignon adlı fransız şehriydi. Önceki gece, oradaki hostlara, CS üzerinden mesaj atmıştım. Çok geç atılan mesajların cevaplanması oldukça düşük ihtimaldi, kalacak yer olmaması korkusu beni kararsızlığa itiyordu. Ama saat 13:00 gibi, o ünlü söz aklıma geldi (If you think the end, you can not be hero! yani Sonunu düşünen kahraman olamaz! :P ) ve öğle yemeği için eve gelen Robin ile vedalaşıp, "Avignon" tabelamı da hazırlayıp bende yola çıktım. Bu arada da otostop için kararlı olan Burak'ın trende olduğunu öğrendim :) Parise gitmek için sabırsızlanıyordu, hak verdim kendisine ama. :) Bende elimdeki Lyon haritasından en uygun yeri bulup oraya doğru ilerledim. Başladığımda saat 15:00 civarıydı.

Avignon tabelam

Çok uzun oldu sanki, devamını sonra artık. Okuduysanız teşekkürler.

26 Eylül 2010 Pazar

Gezelim Görelimin Fincesi: Madventures


Finli bir arkadaşım tavsiye etti bu programı, orada bir hayli meşhurmuş. Benim de son dönemde izlediğim en başarılı gezi programı, sıradan gezelim-görelim tarzında bir program değilelbette :) İki finli elemanın, dünyanın en ilginç, enteresan ve garip gelenek-göreneklerini, bölgelerini ve insanlarını anlattığı bir nevi belgesel. İlk iki sezonu malesef fince, ancak 3. sezon ingilizce çekilmiş. Sağolsun abinin ingilizcesi de gayet anlaşılır.

Dialoglar, yorumlar, birbirlerine yaptıkları şakalar ve arada verilen sosyal mesajlar ile bütünüyle on numara bir program olmuş. Ellerinden öpüyorum ikisininde. Riku ve Tunna.

Ben Warez-bb.org adresinde rapidshare linklerini buldum. Merak edenlere duyurulur. Ayrıca Youtube veya diğer video paylaşım sitelerinde bölümlerden kısa kısa videolar bulmak mümkün.

Burasıda programın orjinal sitesi: http://www.madventures.tv/en/index.php

Bunlar da trailer:



Lyon'a Doğru

Sabah 09:30 gibi hazırlanmış, ertesi gün sınavı olan Geada'ya erkenden veda etmiş, Anna'nın bize ayarlayacağı arabayı bekliyorduk. Bu arada da akşamdan kalma tipleri izleyip, sırıtıyorduk. :) Dün gece bana sürekli bira veren arkadaş da hala bira vermeye çalışıyordu :) Neyse bir 15 dk sonra Anna bir arkadaşını tanıştırarak, bizi yola kadar bırakabileceğini söyledi. Yoldan fransa sınırındaki Sestriere'ye otobüs bulabileceğimizi söyledi. Oradanda Fransaya araç bulabilirmişiz. (?) Genel olarak, bir önceki günden kalmanın verdiği halsizlik ve baş ağrısı ile biraz sessiz bir yolculuk oldu.

Arkadaş bizi otobüs durağına bıraktı ve vedalaşıp ayrıldık. Etrafa biraz bakındık, otobüs saatleri, fiyatları hakkında bilgi almaya çalıştık, biraz inceledikten sonra zeka oyunu gibi, anlaması zor olan tabloyu çözüp, ilk otobüsün yaklaşıp birbuçuk saat sonra olduğunu öğrendik. Bu vakti Fiyat/Performans oranı muazzam olan pizza dilimlerinden yiyerek ve süpermarket alışverişi yaparak geçirdik. Otostop yapıp yapmamak konusunda aradaydım, Parma denemesinin hezimetle sonuçlanması cesaretimi kırmıştı açıkçası, ancak yola para verirsek de bu yolculuk oldukça pahalıya patlayacaktı. Neyse Fransaya kadar otostop denememeye karar verdim.

Otobüs geldi ve bindik. Çok ta pahalı değildi 3€'luk bilet ile 2 saatlik, dağların arasından, doğanın içinden geçen güzel bir yolculuk yaptık. Dün gece yüzünden ara ara uyuklasamda, etrafı izleyebilmek için uyanık kalmaya çalışıyordum. Neyse sonunda Sestriere'ye geldik. Son durak burasıydı. İnerken şoföre Fransa'ya giden otobüslerin nereden kalktığını sorunca, buradan Fransa'ya otobüs yok, yakındaki Cesana adlı kasabadan var ama oraya da ilk otobüs yarın deyince o mayışmış halimizden eser kalmadı.
Sestriere böyle bir yeridi.

İnip kasabayı biraz gezdik. Biraz dinlendik. O dinlenme sırasında not defterime şunları yazmışım:
Kayak üzerine oldukça pahalı görünen bir kasabaya benziyor. 2006 kış olimpiyatları burada düzenlenmiş anladığım kadarıyla. Etrafta olimpiyatlardan kalma logolar var. Şu anda da önümüzden sürekli downhill bisikletleri geçiyor, sanırım lokal bir yarışma var. (Sonradan öğrendiğim kadarı ile ertesi gün ciddi bir yarış varmış ve bugün hazırlık yapılıyormuş) İnsanlar genelde yaşlı ve zengin görünüyor :) Anna buradan Briançon'a (Fransadaki ilk kasaba) otobüs bulabileceğimizi söylemişti sanırım yanılmış, buraya geldiğimiz otobüs şoförü buradan değil bir sonraki ismini hatırlayamadığım kasabadan (Cesana) olduğunu söyledi. Ancak oraya ilk otobüs yarın sabahmış, yani buradan ayrılmamızın tek yolu otostop. Ve ayrılmamız lazım, zira burada geceği geçirmek ya çok pahalı yada soğuk olacak.
Kasabada gördüğüm Turist Info'dan Fransaya gidiş ile ilgili bilgi aldım ve otobüs şoförünün saatler konusunda yanıldığını öğrenip bir oh çektik. Ama son otobüs 10 dk sonraydı, alelacele otobüs durağına koşup otobüsü yakaladık. Ve alplerdeki son italyan kasabası olan Cesana'ya vardık. Neden bilmiyorum oldukça rahattık, birilerine fransa otobüslerini sordum ve italyanca verilen cevabı hernasılsa rahatlıkla anladım. Burak'ın şaşkın bakışları ile otobüslerin kalkış noktasına doğru yöneldim. Bu arada yolda çok güzel bir kafe görüp oturduk, fiyatların uygun, çalışanların güleryüzlü ve bedava internetin olması bizi hayli cezbetmiş olmalı, zira düşününce Fransa'ya son otobüsün saatini bilmiyorduk, her an olabilirdi, şu an düşününce saçma geliyor. Sanki arabamız ve gece kalacak yerimiz varmış gibi hareket ediyorduk çünkü. Kasabanın sıcaklığından olsa gerek. :)

Otururken facebook'umuza şu pozu gönderip ağır kroluk yaptıktan, lyon'da kalıcak yer varmı diye CSleri aradıktan, ve süpriz bando takımının önümüzde yaptığı şovu izledikten sonra artık kalkalım dedik ve tarifi çalışanlardan teyit edip, bizi Fransa'ya götürecek olan minibüse doğru yollandık. Şansımıza sondan bir önceki minibüse 5dk kala duraktaydık ve beklemeden Fransa'ya doğru yola çıktık.

Ağır Kro Poz

Avrupadaki 2. ülkemiz ve en çok zaman geçirdiğimiz ülkeye yaklaşık 10 dk sonra dolanbaçlı dağ yollarından giriş yaptık. Saat 18:00 civarıydı. Tabelalar birden fransızcaya döndü. Net hatırlamıyorum ama sanırım 30-40 dk süren yol sonunda tren istasyonuna geldik. Meraktan tren fiyatlarını kontrol edip, WC ihtiyacımızı giderdik. Fiyatlar fahişti. Artık otostop demenin vakti gelmişti. Burak oldukça umutsuz olsa da ben işe yarayacağını düşünüyordum. Hemen şehir merkezine geçtik ve harita bulmaya çalıştık, bu saatte açık turist ofisi olmayacağını biliyordum ama belki kapısında harita vs bulurum umuduyla ofise yöneldim. Her yer kapanıyordu, o sırada sokakta ikinci el pazarı kuruluydu, satıcılardan birine ofisi sordum, bu saatte çoktan kapanmış olduğunu söyledi, harita nerden buluruz deyince, otostop için mi dedi :) ve en uygun yeri tarif etti.

Sallana sallana pazarı gezerekten otostop noktamıza geldik. Karnımızıda doyurduk. Bu arada saat 20:00'ı geçmişti otostop için oldukça geç bir saatti. Hele 2 erkek ve ikimizde göçmen görünümlü isek bizim için zor olacaktı ancak acemilik işte. :) Bilmiyorduk. 20dklik bekleyişten sonra tam Burak umutsuz umutsuz konuşmaya başlamışken, adeta Fransa'dan tokat niteliğinde bir cevap geldi. :) Ve bir araba durdu.

Not defterime yazdığım kadarı ile şöyle olmuş:
Grenoble'a gitmek istediğimizi söyledik, planımız önce oraya oradan da Lyon'a gitmekti. Tamam atlayın dedi ve bindik. Sonradan öğrendim ki meğer araç Lyon'a gidiyormuş. Yol boyunca konuştuğumuz ve çok iyi anlaştığımız arkadaşımız, gece kalacak yerimiz olmadığını duyunca hiç tereddütsüz bizi evine davet etti. Şu an Robinin evinde oturmuş muhabbet ediyoruz.Yazımın çirkin olma sebebi, 1664 marka fransız birasının verdiği gevşeme ve arka fonda çalan High Tone olsa gerek. :)
Fransa'da olduğum süre boyunca favori bira markam

Robin ile o gece uzun uzun muhabbet ettik, kendisi otuzlu yaşların başında, fizik terapist, kaykay hastası biriydi. 1 aylık tatilinden dönerken bize rastlamıştı. Fransada, düşünce yapımız, hayat görüşümüz bu kadar yakın biriyle tanışmak beni oldukça şaşırtmış ve sevindirmişti. Neden bilmiyorum fransızları hep soğuk bulurdum, ancak Robin ve daha sonra tanıştığım diğer fransızlar ile bu düşüncelerim silinip gitti. Bu geziden geride kalan en güzel şeylerden biri de Robin oldu, geriye bakıp fransada bir dostum daha var diyebiliyorum artık.

Dipnot: Bu aşağıdaki link hakkında: bir önceki yazıda bahsettiğim partide, bir arkadaş gelip bana bir demo CD verdi, başka bir arkadaşı sözlerin çok anlamlı ve vurucu olduğunu felan söyledi. Çok dandikte olabilir zira bunları söyleyen arkadaş aşırı sarhoştu. :) Sözleri anlamasamda tarz ve müzik hoşuma gitti. Beğenen çıkarsa demonun ismi "Vomito Misantropo" nette aranarak bulunabilir sanırım. Bulamazsanız iletişime geçin bir kopyasını göndereyim.


Myspace: http://www.myspace.com/qsicknekrovomithxcore

14 Eylül 2010 Salı

Pinerolo

Dağ Evi

Arkadaşlarımın Torino'da değil de Torino'ya trenle 50 dk mesafede küçük bir şehirde olduklarını öğrenince tren garına doğru harekete geçtik, 3€'luk biletlerimizi alıp 20:10 treni ile 21:00 gibi Pinerolo ya vardık. Yol boyunca küçük italyan kasabalarından geçtik ve bu bize nereye geldiğimiz konusundaki ilk işaretti.

Gelir gelmez Geada'yı aradım, 10dk sonra geleceğini söyledi ve beklemeye koyulduk. İlk görünüşte tren istasyonunun büyüklüğü ve temizliğine bakılırsa (küçük ve pis idi) oldukça ufak bir kasabaya geldiğimizi anladım. 10 dk sonra Geada geldi. ve eve geçtik. Dar ve birbirine benzeyen, eski binalarla dolu sokaklardan geçerek eve geldik. Bu eski binaların birinde olan ev, ahşap zeminli, eski ama her köşesi ayrı detaya sahip küçük şirin bir yerdi. Geada annesi ile birlikte yaşıyormuş ve evi beraber döşemişler, süslemişler, boyamışlar. Öyle güzel bir yerdi ki oturup etraftaki detaylara bakarak sıkılmadan uzun zaman geçirebilirdim.

Gelince annesi tarafından sıcak bir karşılama ve tanışma merasiminden sonra hemen duşa girip temizlendik. Zira iki gündür dışarıda uyuyorduk. Önce ben girdim duşa, duştan sonra Geada'nın annesinin komşusu geldi ve muhabbete başladık. Daha sonra da diğer italyan arkadaşım Anna ve onların ortak arkadaşı Mariasole geldi. Burak duştan çıkana kadar muhabbet ettik. Daha sonra hadi dışarı çıkıp diğer arkadaşlarla buluşalım dendi ve kendimizi ufak şehrin ufak bir barında bulduk. Buraya özgü ... (ismini hatırlayamadım hatırlayınca yazarım) içkisinden içip, sürekli yeni insanlarla tanıştık. İçlerinden biri bize bu içkiden ısmarladı yetmedi birde biralarımızı ödedi sağolsun :) Bar da çalışan arkadaşta futbol hastası çıktı ve İstanbul takımlarını bizden iyi bilerek şaşkınlığıma şaşkınlık ekledi. (Tamam pek anlamam futboldan ama kadroları nasıl biliyorsun birader. ) Neyse içkilerimizi bitirip oradan kalktık ve şehre hakim bir tepede bulunan buranın en büyük kilisesinin bahçesine doğru tırmanışa geçtik. Burada da sürekli yeni arkadaşlarla tanıştık.

Bir anda lokal bir topluluğun parçası olmuştuk :) CS'in artılarından biri, hiçbir turizm acentesi ile bu tarz bir olay yaşayamazsın. Bu kadar doğal ve samimi. Veya bu sitenin, bu küçük italyan şehrini, hayatımda belkide hiç gelmeyeceğim, bilmeyeceğim bu şehri veya tanımayacağım bu insanları tanımamı sağlaması.

Burada şehir manzarası eşliğinde muhabbet ettikten ve bana göre gezinin en güzel anlarından birini yaşadıktan sonra, birazda şehirde turladık, ucuz pizza ve biradan sonra yarın erken kalkmamız gerektiğini düşünerek sabah 03:00 gibi evimize yollandık. Ertesi gün alplerde ufak çaplı bir trekking yapacaktık.

Rahat bir uykudan sonra sabah 09:00 gibi kalktık, gece Geada'nın kedisi yanımızda uyumuştu bizden hoşlanmış olacak ki sabah bizden önce kalkıp bize bir sürpriz hazırlamıştı. Gidip bir serçe avlayıp kapının önüne bıraktı. Evet bize hediye olarak serçe getirdi sağolsun. Bu ilginç hediyeden sonra Kahvaltı yapmak üzere Anna ile buluştuk -Anna, Pinerolo'da değil yakınlarda bir köyde oturuyordu- kahvaltı niyetine, kahve ve şekerli unlu adını hatırlayamadığım bir şeyden sonra Anna'nın arabası ile dağların yamaçlarına doğru yola çıktık.

Kedi ve Hediyemiz

Oldukça "hızlı" bir yolculuktan sonra 50dk sonra arabayı park edip yürüyüşe başladık. Muazzam doğanın eşliğinde muhabbet ederek ve bol bol fotoğraf çekerek yükseldik. Bitki örtüsü genel olarak karadenizi andırsa da tam olarak aynı değildi. Her yer yeşilin farklı bir tonu ve tertemiz. Bir ara bulutların içinde kalıp hafiften nemlensek de hava genel olarak çok güzeldi. Bir buçuk saatlik güzel ve keyifli bir yürüyüşten sonra plato başlangıcına kurulmuş dağ evine vardık. Burada oturup biraz konuştuktan, yemek yedikten ve manzaranın tadını çıkardıktan sonra dönüşe geçtik. Erken evde olmalıydık zira akşama arkadaşların, dağın bir diğer tarafındaki bir köyde kiraladıkları yerde düzenledikleri partiye katılacaktık.

Geada ve Anna ile dağ evinde muhabbet


Dönüş Yolu

Eve vardığımızda saat 17:00'yi bulmuştu. Hemen hızlıca duş alıp, eşyalarımızı hazırladık. Geada'nın annesine de veda ettik. İkimize de hatıra olarak birer kristal taş verdi. Ve evden ayrıldık. Eşyalarımızı topladık çünkü bölge Fransa sınırına bir hayli yakındı, ertesi gün oradan yola devam edecektik.

Bu seferki şoförümüz Mariasole idi. Yine "oldukça hızlı" bir seyahat oldu. (İtalyan şoförler!) Yol boyu ara ara sadece filmlerde gördüğüm tarzda taştan daracık yollardan ve küçük italyan köylerinden geçtik. Yine hayatımda hatırladıkça keyiflenip, gülümseyeceğim bir an yaşadım. (Bu arada neden italyanların küçük arabalar veya motosiklet kulladıklarını da anladım o dar yollarda başka türlü olmaz çünkü :) Yolların büyük kısmında normal boyutlarda iki araba yan yana geçemez) 1 saat süren yoldan sonra kendimizi bir dağ köyünün çıkışında bir yapıda bulduk. Kampımızı kurup partiye katıldık. İnsanlar inanılmaz sıcaktı, öğrendiğime göre hepsi aynı lisenin, aynı dönem mezunlarıymış ve herkes birbirini öyle veya böyle tanıyormuş. Biz yabancı olsak da çokta hissettirmediler açıkçası. Aralarından biri bana sürekli bira veriyordu :) Ne zaman elimi boş görse arka cebinden bir şişe bira çıkarıp elime tutuşturuyordu :)

Partiden bahsetmek gerekirse, ufak çaplı bir festival gibiydi, gençler her şeyi düşünmüşler, maaliyeti çıkaracak kadar fiyatlı gıda ve bira (ki gayet ucuzdu) sabaha kadar mevcuttu, tuvaletler desen ev temizliğinde :) Millet içip uçup kafa olsa da her yer temizdi. Kimse yere çöp atmıyor, üstüne birde geri dönüşüm yapıyorlardı. Müzik bir saate kadar canlı devam edip daha sonra DJ'e döndü çalanlar da yine önceki gün tanıştığım arkadaşlardı.

Parti sabaha kadar devam etse de ertesi günü düşünerek çadırımıza geçtik. Uyku tulumu getirmemenin cezasını sabaha kadar titreyerek geçirdim. Pişman değilim ama :) O kadar ağırlık taşımaya halen değmeyeceğini düşünüyorum.

Sabah güneşle birlikte kalktık. Anna bize yola kadar gidebileceğimiz bir araba ayarladı ve yola koyulduk. Bundan sonraki hedefimiz belli değildi sadece Fransa'ya gitmek istiyorduk. Lyon'da CSlere mesaj atmıştık ama olumlu cevap olup olmadığını da bilmiyorduk. Yine de bu bilinmezlik güzeldi. Sonraki durak Lyon (Ama nasıl :)

Pinerolo Hakkında Kısaca:

Bu şehir şimdiye kadar gördüğüm şehirler arasında en beğendiğim oldu, ne çok büyük ne de çok küçük. İnsanları sıcak ve samimi. Ayrıca doğaya, büyük şehire ve denize çok yakın. :) Tüm bu özellikleri ile yaşamak isteyebileceğim şehirler arasına girdi Pinerolo. Ayrıca italyanın genelinde olduğu gibi kadınlarda hayata erkekler kadar dahil.



4 Eylül 2010 Cumartesi

Torino: Kısa kısa

Ferrara'dan dönüşümüz sabah 5:45 i buldu, istasyona girip hemen torino trenini kontrol ettik, 06:15te vardı. Bilet gişelerinin açılmasını bekleyip biletlerimizi alıp trene atladık. (20€) Şimdiye kadarki en uzun tren yolculuğumuz olacaktı. Açıkçası kaç gündür düzgün uyuyamamanın verdiği yorgunlukla, çokta uzun gelmedi. Öğlene doğru torinoya vardık. Ve yine tren bileti kontrolü olmadı.

Şehre gelince ilk işimiz turist info aramak oldu çünkü akşama ne yapacağımızı bilmiyorduk, kalacak bir yer bulmalıydık. CS'ten tanışıp istanbulda ağırladığım arkadaşlarıma mesaj atmıştım ancak hala cevaplamamışlardı. Bu yüzden internet bulmamız gerekiyordu ayrıca Burak telefonunu yurtdışı dolaşıma açtırmamıştı, bu yüzden de telefon bulmamız gerekiyordu.

Bu arayışlar sırasında da şehri görmek istiyorduk. Ancak yetersiz bilgi sahibi turist info çalışanları yüzünden ordan oraya gereksiz yere dolaşıp durduk. Bu gereksiz dolanmaların arasında buraya özgü olan iki şeyle karşılaştık. Biri kahireden sonra en büyük mısır arkeoloji müzesi buradaymış. (Ki ayıp kardeşim adamın tarihi eserlerini almış buraya getirmişsin bununla artislik yapıyorsun, birde utanmadan 8€ giriş koyuyorsun.) Bir diğeri ise italya ulusal sinema müzesi, muazzam bir yapı, sanırım gördüklerim arasında en güzellerinden biri ve malesef ihtişamını yansıtacak bir fotoğraf bulamadım internette. Bina zamanında(1800 küsür) torino'nun yahudi cemaati tarafından yaptırılmaya başlanmış ancak mali yetersizliklerden dolayı inşaatı tamamlanamamış bir sinegogmuş. Torino şehir meclisi bu binayı cemaatten satın almış ve yapımına devam etmiş, yıllar süren yapım tadilat vs vs den sonra bu muazzam yapı ortaya çıkmış. Daha sonrada "Ulusal Sinema Müzesi" olarak kullanılmasına karar kılınmış.


Şehirde ordan oraya dolaşmalarımız yaklaşık 5-6 saat sürdü, sürekli yürüdüğümüzden, şehri iyice öğrendik, o kadar ki, gideceklere ucuz ve doyurucu menüleri olan bir pizzacı bile tavsiye edebilirim. :) Garibaldi caddesinin sonlarına doğru ara sokakların birinde (Piave sokağı olması lazım ama not etmeyi unutmuşum), 2.5€ ya Koca bir dilim pizza ve içecek alabilirsiniz. İsmi sanırım "Le Pastino" idi. Dolaşırken gördüğümüz bir diğer ilginç dükkan ise fazlaca ucuz bulduğumuz bir marketti. Özellikle alkol daha bir ucuzdu, her türlüsü vardı ve bir çok ürün Duty Free den bile ucuzdu. Bu dükkanın bir diğer özelliği tüm etiketlerin elle yazılmış olmasıydı. Onlarca etiket ve hepsi düzgünce el ile yazılmış.


Bunlar dışında torino diğer büyük şehirlerden çokta farklı değildi. Çok ta hoşlanmadım açıkçası.

İnternetlik işimizi halk kütüphanesinde yine pasaportum ile aldığımız şifre vasıtası ile hallettik. Buradaki kalma işini nispeten halletmiştik. Meğer italyan arkadaşımız burada değil buraya yakın bir kasabada yaşıyormuş. Bir sonraki durak "Pinerolo" adlı muazzam güzellikte ve sıcaklıkta olan küçük italyan şehri olacaktı.

3 Eylül 2010 Cuma

Ferrara ve Buskers Festival

Ferraraya gelşimiz ne kadar sürdü, trende bilet kontrolü yapıldı mı felan hiç hatırlamıyorum, tren Venedik treniydi, trene bindim gözümü kapadım, Burakın uyandırmasıyla bir anda iniverdik. Sabah hava henüz aydınlanıyordu. Şehirde neredeyse heryer kapalıydı. Biraz dolaştıktan sonra şehrin uyanışına tanıklık ettik, etrafta işlerine giden insanlar artmaya başladı ve çoğu bisikletliydi. Bu ülkelerde en çok hoşuma giden şey bisikletin gerçekten ulaşım aracı olarak, neredeyse herkes tarafından tercih edilmesi ve yerel yönetimlerin bisikletler için özel alanlar, yollar yapmasıydı. Ayrıca neredeyse her şehrin ortak bisikletleri var. Makul bir ücret (Yıllık 15-20 Euro) karşılığında bu bisikletleri kullanabiliyorsunuz. Ama şehirde ikamet etmek gerekiyormuş. Biz kullanamadık.

İtalyan şehirlerinde kullanılan bisikletler bu tarz şeylerdi

Neyse bir yere oturup ferrarada kalacak yer bulabilirmiyiz diye internet aramaya başladık, ama italyanın diğer bölgeleri gibi nafile, burada da internet bulmak imkansız. İnternet cafelere gitmek gerekiyor, onlarda gereksiz pahalı. Bulamayınca bir yere oturup şehrin uyanmasını bekledik, biraz da uyukladık. Saat 08:30 gibi gidip süt ve peynirli ekmek ile kahvaltı yaptık. Saat 9:30 gibi turist info açıldı. Gidip harita ve internet için pasaportum aracılığı ile parola aldık. İnternetlik işleri halledip, festival hakkında biraz bilgi aldık, festival meğer akşam başlayacakmış, bizde bu sırada artık külçe gibi gelen çantalarımızla şehri keşfetmeye çıktık. Tipik bir italyan kentiymiş burası yine merkezde bir kilise ve meydan ve bunun etrafında genişleyen şehir. Yine Eski şehir surlar içerisinde, yeni şehir dışında. Ancak bu şehire özel olan, ortasında bulunan kaleydi. Etrafı yapay göl ile çevrili ve gölde oldukça şişman, ortalama yarım metre boyunda yaşayan balıklarıyla sadece masallardan ve orta çağ filmlerinden bildiğim bir kaleydi bu. Ve evet kalenin giriş kapıları kaldırılabiliyor ve kale güvenli bir hale getirilebiliyormuş. :) Ayrıca çok ilginç gelen bir ayrıntı, kalenin girişindeki surlara bazı isimler kazınmış, bildiğimiz maganda işi kazıma, insanlar kendi isimlerini taşa kazımışlar, ancak ilginç olan tarihlerdi. Gördüğüm en eskisi 1907 ve diğerleri 1914, 1937, 1952 vs vs diye gidiyordu. Kimileri sevgilisinin ismini kalp içinde kazımış, kimisi de "... was here" gibi birşey yazmış. Nedense fotoğrafını çekmedim. Pişmanım. :)

Merkezdeki kale

Neyse şehir standart eski yapıları ile çok ilgimi çekmedi açıkçası, haritadan bir park bulup dinlenmeye karar verdik. Gidip matlarımızı serdik ve yine hayatımdaki en keyifli uykulardan birine daldım. Yaklaşık 3 saat uyuduktan sonra, 1 saat kadar da tembellik yapıp, insanlar hakkında, sosyal hayat hakkında muhabbet ettik. Saat 5e geliyordu. Surların dışında ne var merakı ile yine surlara doğru yürüyüşe başladık, güzel bir trekking rotasından surlara vardık ancak dışarısı çok da güzel gelmedi, rotanın devamından şehre geri döndük. Dönüş yolu bisiklet süren, koşan, yürüyen insanlarla doluydu, her yaştan insan vardı. Çocukları ile bisiklet süren anneler, babalar... Türkiyede pek alışık olmadığımız görüntüler. Dönüş yolunda açlığımızı aldığımız muz ve şeftali ile giderirken, tartışma konusu, italyan kadınlarının şekilli ve güzel vücutlarıydı. Bunu sürekli bisiklet sürmelerine ve koşmalarına bağladık. (İki erkek ne kadar entellektüel konulardan bahsedebilirki :)

Şehrin merkezine yani kilisenin civarlarına vardığımızda müzik sesleri artmaya başladı, festival çoktan başlamıştı. Girer girmez ilk karşımıza çıkan metal ve plastik çöplerden yaptıkları enstrümanları ile müzik yapan gruptu. Grubun lideri olduğunu tahmin ettiğim kadın o kadar enerji doluydu ki herkes etkilenmiş görünüyordu. Daha sonra arkada bulunan çantaları önümüze döktü ve içlerinden el yapımı ritim enstrümanları çıktı, herkese dağıtıp bizi de müziğe dahil etti. Gerçeken izlediğim en eğlenceli sokak grubuydu.

Geridönüşümcü sokak grubu

İlk karşılamadan oldukça memnunduk, performansın sonunda yola devam ettik. Bir çok ilginç enstrüman, şov vs izledik. Ayrıca önceki gün bizi davet arkadaşada rastladık, kendisi ateş ile gösteri yapan bir grupla beraber takılıyordu. Poi çeviriyordu, alev üflüyordu. Selam verip şovlarını izledik ve böyle böyle zaman geçti. Etrafı dolaştıktan sonra gece yine bu gruba denk geldik, kilisenin önüne geçmiş, kapı önündeki alanda daha aktif ve çeşitli gösteriler yapıyorlardı. İnsanlarda merdivenlere oturmuş onları izliyorlar Bizim için gerçektende güzel bir final oldu.
Poi ne acaba?

Festivali geride bırakıp, istasyona dönmeye karar verdik. Genovaya gitmekten vazgeçmiştik, yeni hedef Torinoydu. İstanbulda ağırladığım iki italyan arkadaş ile buluşacaktık. Geri dönüş biletlerimizi alıp beklemeye başladık, tren saat 04:50deydi, ancak aldığımız tren bileti olmasına rağmen otobüs geldi ve nispeten daha uzun bir yoldan sonra tekrar bolognaya geldik. Neden bologna çünkü ferrara diğer yöndeki hat üzerindeydi. Torino için tekrar bolognaya dönmemiz gerekti. Arada şunu belirteyim ne ferraraya giderken ne de bolognaya dönerken kimse biletlerimizi kontrol etmedi. Tek bilet alanın bizler olduğu şüphesine kapıldım. Belki kısa mesafe olmasından belkide gece olmasından kontrol yoktu. Bilemiyorum. :) Ferrara da böyle geti. Bundan sonraki şehir Torino!
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...