27 Eylül 2010 Pazartesi

Lyon ve Ayrılış

Tepeden Lyon

Gece yarısı olmadan eve varmıştık, Robin (sonradan öğrendiğimiz üzere sağlam içiciydi) marketler kapanmadan hemen bira alalım deyince eşyaları bırakıp markete koştuk. (Kelimenin tam anlamıyla koştuk ama, Robin aşırı hızlı yürüyen ve iriyarı biri olduğundan onu yakalamak için koşmak gerekiyordu.) İşte 1664 birası ile halk arasındaki adıyla "sez" ile tanışmamız orada oldu. Robinin favori birası olunca bize de önerdi, fiyat/performans olarakta cazip gelince ikna olduk, iyiki de olmuşuz. O gece saat yattığımızda saat 3ü geçiyordu, 1664 birası ve High Tone eşliğinde uzun uzun muhabbet ettik Robin'le. Bir önceki yazıda yazdığım gibi, Fransa'da, benden tamamen farklı bir kültürde büyümüş birisi ile (Anne baba anarşist :) hayat hakkında aynı düşünceleri paylaşmak, yakın müzik zevklerine sahip olmak ve bu kişi ile tesadüfen tanışmak oldukça şaşırtıcı ve sürpriz oldu.

Ertesi gün beraber kahvaltı ve şehir turu planı yaptıktan sonra yattık.

Sabah, mütevazi bir kahvaltı ve espressodan sonra yine koşar adımlarla evi terk ettik. Bu arada dikkatimi çeken birşey, Robin'de yol boyu tanıştığım neredeyse her ev sahibim gibi geri dönüşüm yapıyordu, evden çıkarken dün gece içtiğimiz kayda değer miktarda biraların şişelerini de yanımıza alıp sokak başlarında bulunan cam şişe geri dönüşüm çöplerinden birine attık.

Lyon, klasik avrupa kentiydi benim için. Ortada bir nehir, nehir kenarında kurulu eski şehir ve genişleyen, genellikle göçmenlerin yaşadığı yeni mahalleler. Şansımıza Robin şehrin merkezinde kalıyordu, bu sayede hem toplu taşıma ücretinden yırtmış olduk, hem de istediğimiz an çıkıp merkezde dolaşabilme lüksüne sahiptik. Evden çıkınca ilk dikkatimi çeken yine türk lokantalarıydı. Her avrupa kentinde olduğu gibi burada da heryerdeydiler. Şehrin en işlek caddelerinden birinde yan yana üç adet kebapçı gördüm desem nedemek istediğimi anlarsınız herhalde. Onun dışında yine görece büyük sayılabilecek bir katedral (doumo), burada ilk defa gördüğüm ama daha sonra Fransa'daki diğer şehirlerde de sıklıkla gördüğüm nehir üzerinde bulunan eski gemilerden bozma gece kulüpleri, ve şehre hakim bir tepeye çıkıp şehri yukarıdan izlememiz aklımda kalan görüntülerdi. Ha birde ufukta görünen nükleer santral ve rüzgar tribünleri. Bu ikiliyi fransa boyunca sıklıkla görecektim. Enerji genel olarak nükleer üzerinden sağlanıyormuş burada.

Nehir üzerinde demirli, gemiden bozma gece kulüpleri

Katedral içerisinde alengirli bir saat vardı, ve şansımıza çalmak üzereydi, kalabalık toplanmış saatin çalmasını bekliyordu, ancak 10dk kadar beklememiz gerekiyordu. Ben de bu vakti yan taraftaki turist grubunun rehberini dinleyerek değerlendirdim. Katedralden bahsediyordu, burasının roma imparatorluğu zamanında yapılmaya başlandığından ancak tamamlanması imparatorluğun çöküşünden sonraya denk geldiğinden mimari olarak önemli bir yapıymış. İki döneminde izlerini taşıyormuş vs vs. Çok ilgimi çekmeyen şeyler. Şimdilik. Belki 30 yıl sonra buralara tarihi binaları gezmek için tekrar gelirim fakat şimdilik yeni dostlar tanıyıp, kültürlerini öğrenmek, yaşamlarını gözlemlemek daha ilgi çekici geliyor. Bu yüzdendir belki milletin ısrarla bekleyip izlediği o alengirli saatin nasıl birşey olduğununun aklımda neredeyse hiç yer etmemesi.

Not defterime not aldığım küçük notlardan biri de ramazan ayında olmamız sebebi ile bir çok küçük marketin kapalı olmasıydı, çünkü birçoğu müslümanlara aitti. Daha sonra gece şehir turuna çıktığımızda gördüğümüz üzere buralar iftardan sahura kadar açık kalıyormuş.

Kültür turundan sonra birkaç bira alıp nehir kenarında bulunan kaykay pistlerinden birini gören merdivenlere oturduk, bir yandan sohbet ediyor bir yandan da kaykaycıların yaptıkları şovları izliyorduk. Arada Robin'in de ilk defa gördüğü bir kaykay modeline de tanıklık ettik. Arkadaşın ayağındaki kaykaylar yarımdı, sadece tek tekeri vardı. Ancak hakimiyeti mükemmeldi. Resimde kaykayı görebilirsiniz.

İlginç Kaykay

Bu arada Fransız ve Türk kültürleri üzerine hararetli bir konuşma içerisinde iken polis geldi ve burada bira içemeyeceğimizi söyledi. Robin dahil şaşırmıştık, neden diye sorunca diğer yerlerde içebilirsiniz ama burası yasak cevabını aldı, burada zamanında içip içip olay çıkaranlar, olmuş ondan dolayı yasaklamışlar meğer, bizde biralarımız elimizde içe içe eve doğru yola koyulduk. Bu konuda da şöyle bir duygu vardı o anda, türkiye de sokakta bira içene kötü gözle, serseri gözüyle bakmak diye bir mevzu olduğundan, yürüken karşıdan biri geldiğinde biramı istemsizce saklıyor geçene kadar içmiyordum, ancak daha sonra kimsenin umurunda olmadığını farkedince (ki bu farkındalık geçen seneki seyahatimde zaten vardı ama unutmuşum işte :) ) bir rahatlama geldi. ("Üsküdar mı lan burası!" türevleri "Kadıköy mü lan burası!", Seyahat boyunca Burak ile dilimize pelesenk olan dialoglardan biri)

Oturduğumuz mekan, resimde Robin ile ben de görülebiliyoruz. :)

Ertesi gün Robin arkadaşları ile kaykay kaymaya gidecekti, bizde Burak ile şehir turuna çıktık. Bu sefer alış-veriş merkezine gidip halkı gözlemleyelim dedik. (Kız keselim demiyor da :) ) Yok cidden gözlemlemek, aynı zamanda da kamp malzemesi, elektronik eşya gibi zımbırtılarıların fiyatlarına bakalımdı amaç. Fiyatlar TR ile neredeyse aynı olunca hiç birşey almaya yeltenmedik. Zaten klasik bir alışveriş merkeziydi. Cevahirden farkı yoktu. Tek güzel farkı sadece manga üzerine kurulu olan çizgiroman dükkanıydı. Ağzımın suyu aktı, manganın her türlüsü vardı, işte orada ilk defa keşke fransızca bilsem dedim. Yüzlerce manga kitap önümüzde ama biz resimlerine bakmaktan öteye gidemiyorduk. Sadece çizgiroman kültürü için bile fransızca öğrenirim. (Dedim o an, şimdi düşününce anlık gazmış.)

Günü bol bol yürüyerek tamamlayıp. Eve döndük. Çamaşır yıkama, duş ve tembellik hakkımızı kullandığımız ertesi günden sonra, rota çizip devam etmeye karar verdik. Burak ile ayrılacaktık. O, Parise arkadaşlarının yanına ben de Barcelona'ya gidecektim. Ben otostopta kararlıydım. Burak da (?)

Ertesi gün erken kalkıp kahvaltımızı yaptık. Burak erkenden ayrıldı, ben kararsızdım bir gün daha kalsam mı yoksa yola çıksam mı bilemiyordum. Zira benim yolum bir hayli uzundu. Yolu kafamda ikiye böldüm. Öncelikli hedefim Avignon adlı fransız şehriydi. Önceki gece, oradaki hostlara, CS üzerinden mesaj atmıştım. Çok geç atılan mesajların cevaplanması oldukça düşük ihtimaldi, kalacak yer olmaması korkusu beni kararsızlığa itiyordu. Ama saat 13:00 gibi, o ünlü söz aklıma geldi (If you think the end, you can not be hero! yani Sonunu düşünen kahraman olamaz! :P ) ve öğle yemeği için eve gelen Robin ile vedalaşıp, "Avignon" tabelamı da hazırlayıp bende yola çıktım. Bu arada da otostop için kararlı olan Burak'ın trende olduğunu öğrendim :) Parise gitmek için sabırsızlanıyordu, hak verdim kendisine ama. :) Bende elimdeki Lyon haritasından en uygun yeri bulup oraya doğru ilerledim. Başladığımda saat 15:00 civarıydı.

Avignon tabelam

Çok uzun oldu sanki, devamını sonra artık. Okuduysanız teşekkürler.

0 Yorum:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...